Bir Muamma: Marshall Yardımları’nın Türkiye’nin Kalkınmasındaki Etkileri
İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyada iki süper güç ortaya çıktı. “Sovyetler Birliği ve ABD”. İki süper güç ideolojik anlamda birbirine rakip olduğu gibi çıkarları gereği de farklı dünyaları temsil etmekteydi. Savaş sonrası Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa ve İran’da ele geçirdiği yerleri teslim etmek yerine yayılmacı bir strateji izlemeye başladı. Dünya Savaşı’nda müttefik olan iki güçten biri olan ABD, Sovyetler Birliği’nin izlediği stratejiden rahatsız oldu. İki ülkede dış politikada reel-politik ve jeo-politikçi anlayışı temsil ediyordu. Savaş sonrası Avrupa’da yaşanan yoksulluk ortamı da komünizmin güç kazanmasına yönelik uygun ortam yaratıyordu. Bu proseste ABD, hem Sovyet yayılmacılığına hem de komünizmin yayılmasına uygun koşulların ortadan kaldırılması için farklı stratejiler geliştirmek istedi. İlk olarak 1947 yılında Truman Doktrini akabinde ise Marshall Yardımları hayata geçirilmiştir. Bu yardımların yansıması hiç şüphesiz gelişmiş ve az gelişmiş ülkelerde farklı oldu. Gelişmiş ülkeler bu yardımlardan en çok yararlanan ülkeler oldu. Bu yardımlardan en fazla yararlanan ülkelerin başında İngiltere geldi. İngiltere yaklaşık olarak 3.165,8 milyar dolarlık yardım aldı (Işıldak, 2020: 39). Az gelişmiş ülkeler ise bu yardımlardan faydalanırken dışa bağımlı ülkeler konumuna düştüler. ABD’nin Yunanistan ve Türkiye gibi az gelişmiş ülkelere yardım yapması Sovyetler Birliği açısından caydırıcı bir faktör olmasa da onlar için asıl kötü olan bu ülkelerin Sovyetler Birliği’ne karşı NATO’nun üssü vazifesi görmeye başlaması oldu. Söz konusu yardımların Avrupa’da komünizme karşı iyileştirici etkisi olmuştur. Komünizm, Avrupa’da yavaşlamıştır. ABD’nin Türkiye’ye daha az yardım yapmasının sebeplerinden birisi de ekonomik olarak Türkiye’nin Avrupalı ülkelere göre durumunun daha iyi olduğu düşüncesiydi. Karar vericilere göre; Türkiye’de mal kıtlığı yoktu ve altın-döviz rezervleri yüksekti (Akgül, 2011:11). Ancak Türk hükümetinin yoğun talepleri üzerine ABD’liler Türkiye’yi de bu yardımlara Avrupa İktisadi İşbirliği Antlaşması imzalanmadan dâhil ettiler (Akgül, 2011: 11).
Gelişmiş ülkelerin dış yardım yapmasının politik ve ekonomik sebepleri vardı. Gelişmiş ülkeler politik açıdan az gelişmiş ülkeleri çıkarları doğrultusunda kullanmak için yardım yaptılar. Ekonomik açıdan ise mübadelenin gelişmesi ve yeni pazarlar oluşturabilmek için bu tip ülkelerle ilgilendiler (Güler, 2009: 2). Türkiye ise jeo-politik konumu itibariyle önemli ülkelerden biriydi.
Karar alıcılar, Sovyet sosyalizmine karşı mücadele edebilmek için SWNCC gibi kurullar oluşturdu. SWNCC kurulunun yanında eş zamanlı ünlü stratejist Geoge Kennan başkanlığında bir çalışma grubu da oluşturuldu. George Kennan, daha sonra Sovyetler Birliği ile mücadele de “Çevreleme” stratejisini ortaya atacaktır. Bu gruplar Dışişleri Bakanı George Marshall’a raporlarını sundular. Rapora göre; en çok yardım Batı Avrupa’ya yapılmalıydı. Fransa, İngiltere ve Almanya işbirliği içinde olmalıydı. Raporda en çok durulan konu “Batı Avrupa’nın yeniden imarı” idi (Erhan, 1996: 275-287). ABD’nin isteği tekrar mal alabilen bir Avrupa oluşturmaktı (Erhan, 1996: 275-287). Savaş sonrası Avrupa’nın ciddi biçimde mal alım gücü düştüğünden dolayı ABD, pazar yaratma sorunsalıyla boğuştu.
Türkiye’de 1947-1960 arasında görev yapan siyasilerin iki yanlışı olmuştur. Birincisi; Türkiye’de geniş çaplı bir Toprak Reformuna karşı çıkmışlar, ikincisi ise Marshall Yardımlarını şartlı olarak kabul etmişlerdir. Toprak Reformu ciddi şekilde uygulansaydı belki de bugün “Kürt Sorunu” diye bir mesele olmayacaktı. İkincisi ise; ABD’li karar alıcılar Türkiye’ye siyasi, ekonomik ve askeri alanda yardım yaparken bazı şartlar öne sürmüşlerdir. Bu şartlar Baker ve Thornburg raporlarında açıkça görülmektedir. Bu raporlara göre; Türkiye Devleti ağır sanayiye yatırım yapmayacak, Avrupa’nın buğday deposu olacaktır (Kopar, 2018: 306-314). Söz konusu Thornburg raporu, Türk ekonomisine Amerikan müdahalesinin bir örneğidir. Bu rapora göre; Türk kalkınmasında artık Amerikan görüşleri hâkim olmaya başlamıştır. ABD, devletçiliğin bırakılmasını, özel teşebbüsün ve yabancı sermayenin geliştirilmesini, devletin sanayiden ziyade bayındırlık işlerine bakmasını salık vermiştir (Avcıoğlu, 2001: 558).
Marshall yardımlarının Türk ekonomisine verdiği zararların yanında olumlu yönleri de olmuştur. Örneğin; modern tarıma geçişte Amerikan yardımları müspet sonuçlar doğurmuştur. Marshall Planı kapsamında Türkiye’ye yapılan yardımlar 76,5 milyon dolardı. Bu yardımların ’u tarım sektörüne yansıdı. Özellikle tarımın makineleşmesinde bu yardımlar etkin oldu. Tarktörler; buğday ve pamuk üretiminin yoğun olarak yapıldığı Eskişehir, Adana, Aydın, İzmir ve Konya’ya dağıtıldı. Traktör artışı ile birlikte tarımsal alan ` genişlemiştir. Böylelikle üretim de artış yaşanmıştır (Karaman-Yavuz, 2016: 1-14). Ancak tarımsal üretimin mevsimsel değişikliklerden etkilenmesi gerekçesiyle ekonominin yalnız tarımsal üretime bağlı kalması sıkıntılı sonuçlar doğurmuştur (Yücel, 2018: 87). Nitekim DP döneminde 1954 yılına kadar mevsimlerin iyi gitmesi ile ticari anlamda büyük kazançlar elde edilmesine rağmen 1954’ten sonra iklimin kötü gitmesinden ve Kore Savaşı’nın bitmesinden dolayı Türk ekonomisi dış borçlanmaya gitme yolunu tercih etmek zorunda kalmıştır (Zürcher, 2011: 328).
Son olarak Savaşın demokrasi ittifakı lehine sonuç vermesi ve Türkiye’nin Batı Bloku lehine dış politika geliştirmesi üzerine demokratik anlamda da bir rahatlama olmuştur. 1 Haziran 1946’da “Matbuat Kanunu”nda yapılan değişiklikle basın hükümeti eleştirebilme imkânı elde etti (Kılıç, 2015: 35). Ayrıca çok partili hayata geçilmiş, İsmet İnönü, “Milli Şef”, “Değişmez Genel Başkan” gibi unvanları bırakmış ve sorunsuz bir biçimde iktidarı muhalefete devretmiştir (Türkiye Cumhuriyeti Tarihi II, 2014: 534-548).
Quo Vadis: Sovyet Tehdidi ve Türkiye’nin ABD Öncülüğündeki Bloka Yakınlaşması
İkinci Dünya Savaşı’nda İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği Türkiye’yi savaşa sokmak için elinden geleni yapmış ancak Türkiye, tutarlı bir politika ile tarafsızlık siyaseti izlemeyi başarmıştır. Türkiye, savaş dışında kalmasına rağmen savaş sonrası büyük bir yalnızlıkla baş başa kalmıştır. Türkiye bu yalnızlığı en çok Sovyetler Birliği ile yaşadığı sıkıntılarda hissetmiştir (Ertem, 2009: 377-397).
Sovyetler Birliği savaş sonrası Doğu Avrupa, Balkanlar ve Anadolu’da yayılmacı bir siyaset izlemiştir. Bu yayılmacı siyaset 1945 yılında resmiyete dökülmüştür. Sovyetler Birliği verdiği nota ile Boğazlarda üs ve Türkiye’nin doğu bölgelerinde toprak talep etmiştir (Ertem, 2009: 377-397).
Bu konuyla ilgili Moskova büyükelçisi Selim Sarper ile mevkidaşı Molotov arasında şu konuşmalar olmuştur:
“(…)
Molotov: Yeni bir ittifak anlaşması yapmadan evvel aramızdaki bütün pürüzlü sorunları çözmemiz gerekir. Birinci sorun, Türkiye’yle aramızda yaptığımız 1921 Anlaşması Sovyetleri zayıf oldukları bir zamanda yapılmış ve birtakım arazi değişiklikleri meydana getirmiştir. İlk önce bu durumu düzeltmemiz gerekir.
Sarper: Türkiye’nin doğu sınırlarında bazı değişiklikle yapılmasını mı kastetmek istiyorsunuz?
Molotov: Evet, haksızlıkların tamirini kastediyorum.
Sarper: 1921 Anlaşması Sovyetlere zorla kabul ettirilmiş bir antlaşma değildir. Tamiri gereken haksızlıklara gelince, bunları aramak için hiçbir olumlu sonuca varmadan memleketlerimiz arasındaki tarihi ilişkileri gerilere doğru araştırabiliriz. Kaldı ki 1921 Antlaşması ile meydana gelen durumu bir haksızlık değil, bir haksızlığın tamiri olarak görüyorum. Bu haksızlığı bizzat Lenin görmüş ve tamir etmiştir.
Molotov: Sovyetlerle Polonya arasında 1921 yılında imza edilmiş olan haksız bir antlaşmanın Polonya tarafından düzeltilmesi sonucu Polonya’yla Sovyetler Birliği arasında uzun vadeli bir dostluk kuruldu.
Sarper: İlk önce Türkiye’de hiçbir hükümet bunu kamuoyuna anlatamaz. Sonra ben şahsen bunu hiçbir Türk hükümetine iletemem, nihayet ben bu isteğinizi kendi kendime anlatamıyorum. (…) Bu isteğinizin gerçekleşmesi için hiçbir ihtimal yoktur. Bu itibarla (…) bu noktanın bir tarafa bırakılmasını rica ederim.
Molotov: (…) Şimdi bu konuyu geçelim. Biz bu savaşta (…) çok telefat ve zayiat verdik. En sıkışık zamanlarımızda Karadeniz’deki güvenliğimizle ilgilenmek zorunda kaldık. Bu kaygımızda yanılmış olabiliriz ve Türkiye’nin tavır ve hareketi sonuçta bu konuda bir güçlük yaratmadı. Fakat ne de olsa Boğazlar sorununda 200 milyonluk bir insan kitlesi Türkiye’nin iradesine bağlıdır. (…) Türkiye’nin iyi niyetinden eminiz. Fakat Boğazları savunma olanaklarından da emin olmamız gerekir.
Sarper: (…) Eğer Türkiye’nin savunma imkânsızlıklarından çıkarılan sonuç Boğazlarda Sovyetlere üs verilmesi sorunu ise hemen söyleyeyim ki (…) söz konusu olamaz.(…)
Molotov: (…) Barış zamanında Boğazlar ’da üs vermek istemiyorsunuz. Savaş zamanı için bunu düşünebilir misiniz?
Sarper: Ben böyle bir şey söylemedim…
(….)
Molotov: Montreux’nün değiştirilmesi için yapılacak görüşmeleri, ittifak antlaşması görüşmeleriyle yürütmemiz yararlı olur.
Sarper: (…) Bunu görüşmekte yarar görmüyorum. (…) Biz egemenlik haklarımızı kullanırken, ahdi vecibelerimiz müstesna, kimsenin müsaadesini almak zorunluluğu duymayız…” (Oran, 2011: 473)
iyaset Bilimci Cangül Örnek ise “Türkiye’nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı” adlı kitabında Amerikan belgelerinde Sarper-Molotov görüşmesinin kötü geçmediği, Türklerin Amerikan yardımlarından faydalanabilmek için Sovyet tehdidini abarttığını iddia etmektedir (Örnek, 2015: 72).
Sovyetler Birliği topyekun bir savaşı kaldırabilir miydi?
CIA’nin Mart 2001’de “Princeton Belgeleri” adıyla açıkladığı 19.160 belgeden sonra bu soruya cevap verilebilir. Princeton Belgeleri içindeki bir uzman raporuna göre; geçmişte CIA’nin öngördüğü gibi büyük bir Sovyet askeri güçlenmesi mümkün değildi, çünkü Sovyet ekonomisi böyle bir silahlanma harcamasını kaldıramazdı. Ancak CIA yönetimi bu değerlendirmenin Ulusal İstihbarat Tahmini ile birlikte dağıtılmasını istemedi (Trento, 2005: 546; Karakuş, 2022: 1).
Elimizdeki resmi bilgilere göre ise Selim Sarper, Sovyetler Birliği’nin bu taleplerini Ankara’ya sormadan ret etmiştir (Ertem, 2009: 377-397)
Sovyetler Birliği, aynı zamanda savaş sonrası Yalta ve Postdam Konferanslarında da Türkiye’ye ilişkin Boğaz ve toprak istemlerini tekrarlamıştır. İngiltere ve ABD bu taleplere sessiz kalmayı tercih etmiştir.
Barış Ertem konferanslarda geçen diyalogları şöyle ifade etmektedir:
“18 Temmuz gecesi yemekte Stalin Churchill’e, Türkiye-SSCB arasındaki bir ittifakın ancak aralarındaki anlaşmazlıkların çözülmesiyle mümkün olacağını, fakat Türkiye’nin Kars ve Ardahan’ı SSCB’ye geri vermeyi ve Montreux’yu tartışmayı reddettiğini söyledi. Daha sonra 23 Temmuz gecesi başka bir yemekte Stalin Churchill’e dönüp “Eğer Marmara’da bize tahkim edilmiş bir pozisyon vermeniz mümkün değilse o zaman Dedeağaç’ta bir üs alamaz mıyız?” diye sorarak Boğazların denetimi ile ilgili niyetini açıkça dile getirdi.” (Ertem, 2009: 377-397)
Sonuç olarak Potsdam’da büyük güçler........
© Aydınlık
