Psikolojinin Pisliği 7-Sınırlar Çekmek, Sınırları Korumak… Bu, İdeolojik Bir Meseledir
Psikologların çok sevdiği ve insanları eğitmekten keyif aldığı bir konu var: Sınırları korumak. Sınır çizmek, sınırları göstermek, haddini bilmek ve bildirmek… Sosyal medyada, yarı-faşist bir edayla ulus bekçiliğini savunan, adeta sınır polisi gibi davranan psikologlar var. Çok yüksek tonda ve bu meseleyi sadece psikolojik bir olgu sanarak konuşuyorlar.
Richard Sennett’in Autorität (Otorite) adlı bir kitabı var. Orada, otorite ile bilgi arasındaki ilişkiyi inceler ve bir orkestra şefi metaforuyla konuyu anlatır. Otorite, bağıran, çağıran, baskı kuran biri değil, kendinden emin olanın yarattığı etkidir. Otorite, özellikle çocuklar için bir gereksinimdir. Eğer anne-baba kendilerinden emin, öngörülü ve karar verebilen bireylerse, çocuğun içsel çelişkilerini azaltarak onu rahatlatabilirler. Örneğin, hastalanan bir çocuk korkar ve yaşadığı acıyı bir felaket olarak deneyimler. Eğer anne-baba güven verici bir şekilde çocuğun iyileşeceğini öngörüyor ve bunu hissettirebiliyorsa, çocuk onları olumlu bir otorite olarak algılar. Çünkü otorite, tedirginliği azaltır ve çocuğa yönelim kolaylığı sağlar.
Otoritenin gücü, karşısındakinin gereksinimlerini bilmesinden gelir. Ancak, bu bilgi, otoritenin kötüye kullanılmasına da yol açabilir. Sosyal medyada sıkça gördüğümüz “Sınır çizelim, sınırlarımızı koruyalım” söylemi, aslında bir tür güvensizliği örtme, kestirmeden çözüm üretme ve bir mucize yaratma arzusunu da içeriyor.
Sınırların Politik ve Kültürel Anlamı
Ulus-devletler oluşmadan önce, imparatorluklar ve devletler etki alanları üzerinden tanımlanıyordu. Bu sınırlar yaklaşık ve esnekti. Ancak ulus-devletler, sınırları çok daha belirgin hale getirdi; duvarlar ördü, silahlı askerlerle korudu. Vatan, vatanın sınırları ve vatanın korunması kavramları önemli hale geldi. Bu sınırlar içinde yaşayanlar ulus olarak tanımlandı ve her ulus, yaşadığı alanın tamamını kendi vatanı olarak gördü. Böylece vatan sahipliği, beraberinde sınırları savunma ve bölünmezlik kaygısını getirdi.
Kolektif kültürlerde sınır anlayışları ve sınır duyarlılıkları daha farklıdır. Bireysel kültüre geçiş sürecinde sınır anlaşmazlıkları bazen bu iki kültür arasındaki farklarla da ilgilidir. Kolektif kültürlerde, bireyin sınırlarından çok ailenin veya grubun sınırları önemlidir ve bu sınırlar kararlılıkla korunur. Namus, şeref, saygı gibi kavramlar, aynı zamanda kültürel sınırları da ifade eder.
Ancak bu tutum değişiyor. Bireyselleşmeyle birlikte sınır anlayışı da dönüşüyor. Birey, nerede başlayıp nerede bittiğinin, sınırlarının ve etki alanlarının farkına varma ihtiyacı duyuyor. Artık insanlar kendi sınırlarını koruma çabası içine giriyor ve bunu sürekli yapmaları gerektiğine inanıyorlar.
Bu dönüşüm, sınır ihlalleriyle ilgili farklı algılara da yol açıyor. Örneğin, kolektif kültürde para aileye aittir ve herkes ihtiyacı kadarını ailenin onayıyla kullanabilir. Ancak bireysel kültürde, herkesin kendi banka hesabı ve kredi kartı vardır. Kolektif kültürde bir kardeşin diğerinin parasını kullanması sorun teşkil etmezken, bireyci kültürde bu istismar olarak değerlendirilir.
Terapistler Neden Sınır Bekçiliği Yapıyor?
Kolektif kültürlerden bireyselleşmeye geçiş sürecinde, birey kendi sınırlarını netleştirme çabasına girer. Sınırlarını koruma gerekliliği hem ideolojik hem de psikolojik bir mesele haline gelir.
Ancak burada kritik bir nokta var: Terapistler neden sınır bekçiliği yapıyor? Danışanlarını da kendi sınırlarını koruyan askerler haline getirme çabası nereden geliyor?
Sınır ihlallerinin tecavüz, taciz ve suistimal olduğunu biliyorum ve bu tür ihlallere karşı kesin bir mücadele yürütmek gerektiği konusunda hiçbir tereddüdüm yok. Ancak burada vurgulamak istediğim başka bir şey var: Hayatta zaten yeterince sınır var. Hayatın bir sınırı var: ölüm. Gecenin sonu var, mevsimlerin dönüşü var. Dünyanın, denizin, ırmağın, havanın sınırları var.
Terapinin konusu, insanın bu doğal sınırlarla ilişkisini nasıl konumlandıracağı ve onlarla nasıl baş edeceğidir. Yeni sınırlar çizmek veya duvarlar örmek değil. Yeni sınırlar inşa etmek ve yapay sınırları korumak, ulus-devletlerin işidir, terapistlerin değil. Bir psikoterapist, sınır karakolunda nöbetçi asker gibi davranmamalıdır.
Kapitalizm, Psikoloji ve İtaat Mekanizmaları
Kapitalizm, kendi sınırlarını ve kurallarını dayatırken, insanlık tarihinde bilinen birçok sınırı da ortadan kaldırıyor. Eleştirel psikanalist Klaus-Jürgen Bruder, Wie kommt es, dass die Beherrschten die Meinung der Herrschenden übernehmen? adlı makalesinde, yönetilenlerin yönetenlerin fikirlerini nasıl benimsediğini anlatır.
Bir kişi, birine itaat ettiğinde, kendisiyle itaat ettiği kişi arasında bir fark vardır. Ancak, itaat eden kişi, bu itaatini kişiselleştirmek zorundadır. Yani, kendisine dayatılan fikirleri kendi fikirleriymiş gibi dile getirir. Böylece, ilk itaat gizlenir, görünmez hale gelir.
Bu mekanizma, psikolojide nasıl işliyor? Kapitalizmin dayattığı normlar, bir süre sonra psikolojik kavramlar haline geliyor. Ancak asıl sorun, bu konular üzerine yeterince refleksiyon yapılmaması. Psikoloji, insanın iç dünyasını özgürleştirmesi gerekirken, bazen iç dünyasının istilasına dönüşebiliyor.
Aile Terapisinde Benzer Bir Durum Var
Aile terapilerinde sıkça karşılaştığımız bir durum var: Aile içinde yaşanan sorunlar nedeniyle terapiye başvuran kişiler, aileyi sağlıklı hale getirmek istiyor. Ancak burada temel bir soru ortaya çıkıyor: Aile zaten sağlıklı bir kurum mu?
Friedrich Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinde, aileye eleştirel bir yaklaşım getiren bir tez bulunur. Patriyarka eleştirisi, birçok anlamda ailenin de eleştirisidir. Çünkü aile, yaşanan eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin merkezi halindedir. En çok şiddet de aile içinde yaşanır. Dinler, aileyi kutsal ilan ederek ona dokunulmazlık zırhı kazandırır. Devletler de bu kurumu koruma altına alır. Ancak bu korumanın ardında, ailenin yarattığı adaletsizliklerin gizlenmesi yatar. Sonuç olarak: Aileyi sağlıklı hale getirmeye çalışırken, ona eleştirel bakmayı ihmal etmek, kötülükleri korumak anlamına da gelebilir.
Öfke Yönetimi mi, Duygu Manipülasyonu mu?
Günümüzde sosyal medyada sıkça karşılaşıyoruz: “Öfkenizi nasıl yönetirsiniz?”, “Korkularınızı nasıl kontrol edersiniz?” gibi başlıklar, duyguların bir tür “kontrol edilmesi” gereken olgular olarak sunulduğu bir pazarlama anlayışını yansıtıyor. Bu söylem, duyguların özgün deneyimler olmaktan çıkarılıp, yönetilmesi ve bastırılması gereken unsurlar hâline getirilmesini teşvik ediyor. Peki, bu gerçekten duygu yönetimi mi, yoksa duyguların manipüle edilmesi mi?
Duyguların bastırılması, onları dönüştürmek ya da anlamaktan farklıdır. Freud, “bastırılanın şiddetli dönüşü” kavramından bahseder. Bastırılan duygu ortadan kalkmaz; aksine, zamanla farklı ve çoğu zaman daha yıkıcı bir biçimde geri döner. Öfkeyi yönetmek adı altında........
© Artı Gerçek
