Mutsuzluktan kişi kendisi sorumlu…
Kapitalizm sadece bir ekonomik sistem olarak değil, bir yaşama biçimi ve kültür olarak da varlık gösteriyor. Bu nedenle, onu yalnızca üretim ilişkileri üzerinden açıklamak yeterli değil. Kapitalizm, hayatın her alanını kendi mantığına uygun biçimde düzenleyerek bireylerin davranışlarından değer yargılarına kadar etkiliyor. Bu dönüşüm, aydınlanma çağından itibaren tanrının toplumsal işlevindeki değişimle de yakından ilişkilidir.
Eskiden tanrı, bireyin sağlığı, kaderi, yoksulluğu, ailesi ve sosyal statüsü gibi konuların nihai sorumlusu olarak görülüyordu. Ancak aydınlanma sonrası dönemde, tanrının etkisi azalırken birey bu alanlardaki sorumluluğu kendisi üstlenmek zorunda kaldı. Sağlığı, mutluluğu, başarısı ve zenginliği artık bireyin çabası ve yetenekleriyle ilişkilendiriliyor. Bu dönüşümde psikoloji, bireyi toplumsal yapıların değil kendi içsel dinamiklerinin sorumlu olduğuna ikna eden bir ideolojik araç işlevi gördü.
Psikolojinin bu rolü, “Her şey senin elinde; eğer yeterince çabalarsan mutlaka başarırsın” fikrini merkeze alır. Bu anlayış, toplumsal eşitsizlikleri bireysel yetersizlik olarak çerçevelendirir ve bireyin yaşamındaki yapısal sorunları göz ardı eder. Örneğin, yoksulluk artık toplumsal ve ekonomik sistemin değil, bireyin kişisel başarısızlığının bir sonucu olarak görülür. Böylece, dikey (zengin-yoksul) bir mesele, yatay bir bireysel sorun olarak yeniden tanımlanır.
Bu ideolojik çerçeve, bireyin toplumdaki statüsünü değiştirmeye odaklanmak yerine bireysel tutumlarını dönüştürmeye yönlendirir. Bu, politik psikolojinin muhafazakâr yaklaşımıyla paralellik gösterir: Hayatı ve toplumu değiştirmek yerine, mevcut durumu olduğu gibi kabul ederek bireyin düşünce ve davranışlarını uyarlamak. Böylece, bireysel mutluluk ve memnuniyet, toplumsal dönüşüm yerine bireysel uyum üzerinden inşa edilir.
Kapitalizmin bu psikolojik boyutu, bireylerin sorunlarını sistemik bir bağlamdan koparıp kişisel bir mesele haline getirdiği için, toplumsal eleştiriyi zayıflatır. İnsanlar artık daha iyi bir dünya inşa etmek yerine, mevcut sistemin içinde kendi küçük “başarı” hikâyelerini yaratmaya odaklanır. Bu da kapitalizmin hem ekonomik hem de kültürel olarak sürdürülmesine hizmet eder.
Eskiden trenlerde birinci, ikinci ve üçüncü sınıf yolculuk yapmak mümkündü. Wolfgang Schivelbusch, “Tren Yolculuğunun Tarihi” (Geschichte der Eisenbahnreise) adlı eserinde, trenlerin kapitalizmdeki sınıf farklılıklarını çok çarpıcı bir biçimde ortaya koyduğunu söyler. Treni bir toplum olarak düşünürsek, aldığınız biletin fiyatı (1./2. Sınıf/mevki) sizin o toplumsal yapı içerisindeki yerinizi de gösterir. Geçmişte bu tür yolculuklarda zenginler ve yoksullar aynı trende seyahat edebiliyorlardı.
Günümüzde ise burjuvazi halkın çıplak gözle görebileceği bir mesafede değil. Halktan çok uzakta, ulaşılamaz bir konumda bulunuyorlar. Bu uzaklık ve erişilmezlik, onları neredeyse tanrısal, yıkılmaz ve normların ötesinde bir konuma yerleştiriyor, aynı zamanda görünmez kılıyor. Onları görmediğimizde yok olduklarını sanıyoruz. Oysa haberlerde göründüklerinde bile aramızdaki mesafe açıkça hissediliyor. Onlar haber olduğunda, halk yalnızca uzaktan bakan bir izleyici konumunda kalıyor.
Daha sonra burjuvazi, otomobil kullanımıyla halktan ayrıldı. Otomobil motorlu fayton olarak tasarlandı. Otomobilin öncelikle burjuvaziye sunulması, üretimin sınırlı kalmasına yol açtı. Ford’un “devrimi” ise üretimi artırma ve halk tabakasının da araba sahibi olma fikrine dayanıyordu. Ford seri üretim bandını kullanarak halkı otomobille buluştururken, burjuvazi halkın ulaşamayacağı başka bir ulaşım aracına yöneldi. Hitler halkı araba sahibi yapma fikrini çabuk benimsedi ve halk için üretilen arabaya da halk arabası ismi (Volkswagen) verildi. Bir süre sonra uçak da halkın kullanımına sunulduğunda, zenginler özel uçaklara ve yatlara kaydılar. Kısacası, bu süreçte halkın uzağında, adeta görünmez bir burjuvazi oluştu. Onlar hâlâ varlar, haberlerde, özel uçaklarda, ancak görünmez birer hayalet gibiler. Ortak kullanım alanlarımız yok ve halktan uzaktalar. Burjuvazi artık halkın olduğu yerde yaşamıyor, aynı ulaşım araçlarını halkla birlikte kullanmıyor, halkla aynı mekânda yemek yemiyor. Sanki yoklar…
Burjuvazi, halktan uzaklaşırken, yaşam alanını halktan uzaklara taşırken bu süreçte psikoloji de sorunları bireyin omuzlarına yükledi. Yeryüzündeki eşitsizlikler ve adaletsizlikler, psikoloji tarafından görmezden gelinmeye başladı. Yoksulluk, “senin beceriksizliğin”; işsizlik, “senin tembelliğin” olarak açıklandı. Bu durumda, “motivasyon kursları al, tembellikten kurtul” denildi… Oysa tembellik, insanın en değerli hâllerinden biridir. Doğada “iş” diye bir şey yoktur. İş, kültürle birlikte icat edilmiştir. Aslanlar, kaplanlar, zürafalar, zebralar işe gitmez; saat kurmaz. İş, insana ve kültürüne özgü, sonradan ortaya çıkmış bir meseledir.
Sosyalist bir doktor olan Paul Lafargue’nin 1848’de yazdığı Tembellik Hakkı (Das Recht auf Faulheit) adlı bir kitapçığını okumuştum. Lafargue, kapitalizmdeki çalışma koşullarını eleştirir. Pozitif psikoloji ise insanı en kısa sürede tamir ederek yeniden çalışmaya hazır hale getirme projesinin bir parçasıdır.
Tembelliğinize sahip çıkın, kıymetini bilin. Keyif yapmak dediğimiz şey, aslında tembellikten zevk almak değil mi? Zamanın “boş” geçmesi, çoğu insanda “bir işe yaramadım, zamanı boşa harcadım” gibi düşüncelerle suçluluk ve mahcubiyet yaratır. Oysa keyif yapmak, zamanı boş geçirmekten ve bundan suçluluk duymadan zevk alabilmektir.
Günümüzde özdeğer duygusu işle senkronize hale geldi. Başarılı olmayan, değersizlik duygusu yaşıyor ve bu başarı genellikle para kazanmakla, yani çalışmakla ölçülüyor. Ancak özdeğer, yalnızca para kazanmak veya başarılı olmakla ilişkili değildir; işe yaramakla bağlantılıdır. İşe yaramak, insanın hem bireyselliğini hem de toplumsallığını kapsar. Değerli olan, bu işe yarama duygusudur. Bu duygu, başkasına ve kendine yararlı olabilme halini içerir.
Tembellik ise bu döngünün dışında bir nefes alanı sunar; insanın kendine dönmesi, yükümlülüklerden sıyrılması ve varoluşun keyfini çıkarabilmesi için bir fırsattır. Öyleyse, tembelliği yalnızca bir eksiklik değil, hayatın önemli bir parçası olarak görmek gerek.
Politika da bu tür söylemlere uyum sağladı. “Her şey güzel olacak” gibi projeden yoksun, soyut sloganlar üretildi. Bu tür ifadeler, tanrısal bir vaat gibi kulağa hoş gelse de somut bir çözüm sunmaktan uzaktır. Sistem........
© Artı Gerçek
visit website