Kuşaklar arası çatışma ve kolektif intihar
Kültür ve Suçluluk…
Kültür, hayatın içinde oluşur. Yaşadıklarımız içimizde bir karşılık bulmalı, yankı yaratmalıdır. Başka bir kültüre ihtiyacımız var: İçselleştirdiğimiz, bize ait olan, içinde yaşarken hakiki olduğumuzu hissettiğimiz bir kültür… Duygularımızla düşüncelerimiz arasında ahengin bulunduğu bir yaşam. Çünkü iki yüzlü olmadan doğayı savunmak çok zordur.
Sonbahardı. Kalabalıktan uzaklaşmak ve kafamızı dinlemek için bir sahil kasabasına gitmiştik. Baharın güzel olmadığı yer yok galiba ama ya güz… Güzün kendine özgü bir güzelliği vardı. Sahildeki bir balıkçı, adeta deniz canavarına dönüşmüş gibiydi; bu canavarlığını ise bir kahramanlık destanı gibi anlatıyordu. Aramızda onun aslında doğa katliamı yaptığını konuştuktan kısa bir süre sonra, bir balık lokantasına gidip dinamitle avladığı balıkları yedik. İnsan suça bulaştığında, bilinçdışı meseleyi önüne koyar. Yemekten sonra gelen “çok yedim”, “fazla kaçırdım” pişmanlıkları… Afiyetle yediğimiz, boğazımıza takılır sanki. Dinsel bir dille söylersek: haram yemiş gibi… “Diyeti kaçırdım” muhabbetleri… Melanie Klein’ın diliyle söylersek: Annesinin memesine saldıran ve sonra yediklerini kusan bebekler gibi. Tabiat Ana’nın nimetleri çoğumuza dokunuyor. Kilo sorunları, diyet programları… Anamızın helal sütü, haram bir zıkkım gibi zehirli hale geliyor. Afiyetle yediklerimizi hazmetmek zorlaşıyor. Suçluluk duygusu: anaya duyulan suçluluk, kardeşlere duyulan suçluluk… Açlığın ve yoksulluğun hüküm sürdüğü bir dünyada bizim “keyif çıkarmamız”, iştahla yememiz, dolaylı olarak midemize oturuyor. Beslenme programları, şişmanlıklar, diyet uzmanları… Yedikleri artık besin değil, gıda olmaktan çıkmış; zıkkım yemiş insanlar topluluğu…
Afrika’daki yoksulları savunmak elbette iyi bir tutum. Ama aynı zamanda suçluluk duygumuzu azaltma, kendimizi temize çıkarma işlevi görmüyor mu? Yani şunu anlatmaya çalışıyorum: İdeolojik tutumlarımızı, inançlarımızı kendimizle ilişkilendirmemiz gerekmez mi? Kuşkusuz Filistin’in yanında olmak önemlidir. Ama aynı zamanda, başkalarının topraklarını işgal edenlerin Filistin’deki işgale karşı çıkmaları… Uzaklardaki kötülüklere itiraz ederek kendi kötülüğümüzün suçluluğunu azaltmaya çalışmıyor muyuz
Psikanalist Deleram Habibi-Kohlen (2023, „Das Leben in Dauerkrise und die Erschütterung der Ordnung“) Lord Nelson isimli bir denizciden söz eder. Nelson birçok deniz muharebesine katılmıştır. Bir savaş sırasında gözüne gelen bir parça, sağ gözünün görmesini engellemiş, ama bu körlüğü dışarıdan fark edilmiyormuş. Anlatılan hikâye şudur: Nelson’a bir emir verilmiştir. Teleskopla bakarak durumu kontrol etmesi istenmiştir. O ise yalan söylemez; fakat görmeyen gözüyle teleskoptan bakar ve hiçbir şey görmediğini söyler. Böylece verilen emri, aslında hiç yalan söylemeden, yerine getirmemiş olur. Habibi-Kohlen, iklim krizi konusunda da Lord Nelson gibi davrandığımızı söyler: Sürekli “görmeyen gözümüzle” bakıyoruz hayata. Yani dengesizliği dengeli kılmanın yöntemi, onu hiç algılamamaktır.
“Bir Seferden Bir Şey Olmaz” Kültürü
Sahildeydik… Elimdeki çöpü atmak için bir çöp kutusu aradım. Sonra vazgeçtim. Çünkü her yer çöp doluydu. Kendime söylediğim şu oldu: “Bir seferden bir şey olmaz.” Aile Bakanı da tecavüzlere ilişkin böyle demişti: “Bir kereden bir şey olmaz.” İşte bu söz, çoğumuzun dünyayla/sosyal ilişkilerimizde/çevre felaketine katkısındaki ortak tutumumuzdur. Kendimizde, çevremizde, farklı bağlamlarda sık sık karşımıza çıkan bir durumdur bu: “Bir seferden bir şey olmaz.” Ve bu söz bizi utandırmıyor, suç bilinci oluşturmuyor. Adam “Ben şiddete çok karşıyım” diyor ve ekliyor: “Elim kaydı, bir sefer oldu.” Ya da “Osmanlı tokadı dayak sayılmaz, sadece bir şamardır.” Denize pisliğini akıtırken yakalanan yat sahibi de sahil güvenlikçilere şöyle diyor: “Bir seferlik idare et.” İdare et… “Bir seferden bir şey olmaz, Allah’ın doğru kulu ben miyim, hiç kimse temiz değil, bir ben miyim enayi?” Ruhsal olanla kültürel olan birbirini sürekli etkiler. Değişim yavaş olduğunda insanların yeni bir kültüre uyum sağlamaları mümkündür. Ama çevre konusunda, bu kültürel değişimi ve içsel tutumları dönüştürmeye zaman yok. İklim krizi sadece kutupları vurmuyor. “Kutup ayısı olmadığımız için etkilenmeyiz” dememek gerekiyor. Solunum yolu hastalıkları artıyor. Hastalıklar arttıkça “tıp çare bulur” düşüncesine sığınmak ya da “maydanoz bolca yiyin, zeytinyağı iyi gelir” demek anlamsız. Her soruna bir ‘duayı şu kadar okursanız iyileşirsiniz’ hikayeleri… Son planda, “madem dünya batıyor, o zaman keyfimize bakalım” yaklaşımı da anlamsız.
Melanie Klein’ın kavramlarıyla düşünürsek, bu tutum inkâr ve yadsıma savunma mekanizmalarının gündelik hayatımıza yerleşmiş bir biçimidir. Suçluluk duygusunu bertaraf etmek için kişi, eylemini küçültür, önemsizleştirir, bir “istisna”ya indirger. Oysa bastırılan şey, tam da suçluluk duygusudur. Klein’ın işaret ettiği gibi, suçluluğun inkârı aynı zamanda onarım arzusunu da engeller. Böylece birey, suçun sorumluluğunu almaktan ve hasarı telafi etmekten kaçar. Ayrıca bu tavır, psikanalizde rasyonalizasyon ve inkârın iç içe geçtiği bir formdur. “Bir seferden bir şey olmaz” demek, hem eylemin sonuçlarını küçültmektir (rasyonalizasyon) hem de gerçekliği geçici olarak iptal etmektir (inkâr). Bu söylem sayesinde kişi kendini suçsuz hisseder; ama aslında suçluluk bilinç dışında birikir. Klein’a göre........
© Artı Gerçek
