menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kahramanlıklar intikam üzerine kurulur…

31 1
03.08.2025

İntikam üzerine birkaç yazı kaleme aldım. Bu metin, adeta önceki yazıların bir özeti. Geçtiğimiz günlerde, bir kreşte çalışan eğitimcilerin çocukların aileleriyle yaşadıkları sorunlar üzerine düzenlenen bir süpervizyon oturumuna katıldım. Bu çalışanlar, anti-otoriter bir eğitim modeli benimsiyor ve barışçıl bir pedagojiyi öne çıkarıyorlardı. Örneğin, bir çocuk Star Wars kılıcıyla kreşe geldiği için “savaş aleti taşıdığı” gerekçesiyle içeri alınmamıştı. Bir yandan bu tür şiddet karşıtı eğitim yaklaşımları yaygınlaşırken, diğer yandan şiddet ve intikam kültürü kitle kültürünün ayrılmaz bir parçası hâline gelmiş durumda. Superman, Batman, Harry Potter ya da Star Wars gibi figürler, günümüzde çocukların en sevdiği karakterler arasında yer alıyor. Aynı zamanda pedagojik masallar, okul öncesi eğitim kitapları ve dini anlatılar barışçıl değerleri öne çıkarıyor. Ne var ki bu barışçıl çerçeveye rağmen, intikam temalı olaylar karşısında büyük bir coşku ve tatmin hissi yaşayabiliyoruz. Buradaki asıl soru şudur: İnsan ilişkileri agresyonu kaçınılmaz olarak üretir mi? Yanıt çoğu zaman evet olacaktır. Çünkü agresyon, yalnızca saldırganlık ya da yıkıcılık değil; aynı zamanda yaşamsal bir itki, bir yönelim biçimidir. Agresyonun kendisi kötü değildir – kötü kullanılabilir. Onsuz, en temel yaşamsal faaliyetler bile mümkün değildir. Isırmak, çiğnemek, yutmak gibi fiiller bile agresif güdüleri içerir. Hatta pozitif agresyon olmadan cinselliği yaşamak dahi zordur. Bu bağlamda barışçıl pedagojinin agresyonsuz bir eğitim anlayışıyla özdeşleştirilmesi ciddi bir yanlış anlamadır. Gerçekten barışçıl bir pedagojik yaklaşım, agresyonu dışlamak değil, onunla nasıl ilişki kurulacağını, nasıl dönüştürülebileceğini ve ilişkilere nasıl entegre edilebileceğini tartışmalıdır. Çünkü agresyonu hayattan tamamen kovmak ne mümkündür ne de sağlıklıdır. Asıl mesele, bu enerjiyi nereye ve nasıl konumlandıracağımızdır: Agresyonu ilişkilere dahil ederken, onu şiddete dönüşmeden sınırlamak ve dönüştürmek. Oysa bugün özellikle pedagojik anlatılarda, mülayimleşmiş söylemler agresyonun bastırılmasına neden olurken, bu bastırma başka yerlerden, daha beklenmedik ve yıkıcı biçimlerde geri döner. İçeri girdiğiniz her kilisede, papazın terapötik tonda dile getirdiği sevgi, bağışlama ve şefkat mesajları kulağa hoş gelir. Ancak hemen yanı başında, çarmıha gerilmiş İsa heykelleri – çekilen acıyı sembolize eden bu imgeler – bir yandan kutsallık inşa ederken, diğer yandan şiddeti estetikleştirerek hafızaya kazır. Agresyonun pedagojik söylemlerden ve çocukluk anlatılarından “dışlanması”, onu daha sonra şiddet dolu fantezilere, süper kahraman mitolojilerine ya da devlet destekli cezalandırma arzularına kaydırır. Görünürde barışçıl olan sistemler bile, başka biçimlerde agresyonun geri dönüşüne zemin hazırlar. Bu nedenle hem pedagojik yaklaşımlarda hem kültürel temsillerde mesele agresyonu bastırmak değil, ilişkisel olarak anlamak, dönüştürmek ve sınırlandırmak olmalıdır. Çünkü agresyon dışlandığında değil, yalnızca dönüştürüldüğünde gerçekten işlevsel ve insani bir enerjiye dönüşebilir… Bu nedenle intikamın dönüştürülmesinden, pozitif yaratıcı intikamı yazıyorum haftalardır.

İntikamın Görünmezliği ve Barışçıl Anlatıların Şiddetle Gölgelenmesi

Bu konu üzerine derinlemesine düşünmek yerine hızlı, pratik çözümler üretmeye çalışmak, çoğu zaman sorunun kendisini büyütür. En barışçıl insanlar bile, barışçılıklarına şiddet sembollerini – farkında olmadan – içkin kılabilir. Bu çelişkiyi biraz açmak istiyorum:

Bir çocuk, annesinin elma keserken, fasulye doğrarken ya da portakal soyarken kullandığı bıçağı gözlemler. Bıçak, onun zihninde doğrama ve kesme işleviyle tanımlanan yararlı bir araç olarak yer eder. Bir gün eline bıçak geçen çocuk, annesini taklit etmeye çalışır; tıpkı onun gibi elma kesmek ister. (Burada “anne” sözcüğünü kullanmakla birlikte, yazılmamış bir “baba” figürünün de her satırda gölgede bulunduğunu hayal edin. Yazının akıcılığı açısından yalnızca “anne” diyorum; fakat bu ifade biçiminin kadınlara yüklenen görünmez emek rollerini pekiştirdiğinin farkındayım. Her fark ettiğimde kendimi sorguluyor, bu kalıplaşmaya katkı sunduğum için suçluluk duyuyorum. Değişim yavaş bir süreçtir; bu farkındalığı paylaşmak istedim.) Çocuğun elinde bıçağı gören anne ya da baba, onu “elini kesersin” diyerek engellemeye çalışır. Ancak bu uyarı aynı zamanda çocuğun zihninde bir merak uyandırır: “El kesmek nasıl bir şeydir?” Ve belki de bir süre sonra çocuk gerçekten elini keser. Ebeveyn de “Ben sana demedim mi?” diyerek durumu meşrulaştırır. Farkında olmadan çocuğuna ‘kötü yolu’ gösteren ebeveynler bu kez bilge, öngörülü kişiler olarak çocuğun karşına çıkarlar. Bu küçük sahne, şiddetle kurulan pedagojik ilişkinin, niyet ne kadar koruyucu olursa olsun, nasıl meraka ve tekrar üretime yol açabileceğini gösterir. Bu çerçevede kahraman figürlerine dönecek olursak: Kontekst ne olursa olsun, kahramanlık figürleri çoğu zaman zalimlikle iç içe geçmiştir. Kara Murat’ın kahramanlığı iyi kılıç kullanmasında, “kâfir öldürmesinde” yatar. Dini kahramanlar da bu kurgunun dışına çıkmaz. Hamza ya da Ali’nin “Allah’ın Aslanı” olarak anılmaları, yine benzer bir şiddet yetisiyle ilişkilidir. Agresyon ve şiddet görünmezleştirildiğinde, insanlar adeta bakar kör olur. Görünür olana bile gözlerini kapatırlar. Bu durum hem bireysel hem de kolektif bağlamlarda ciddi sorunlara yol açar. İntikam da bu mekanizma içinde işler: Bir yandan ilkel, barbar, vahşi olarak damgalanır; öte yandan gündelik hayatımızda, kültürel hafızamızda ve kurgusal anlatılarımızda sürekli yer alır. Keloğlan, Kemal Sunal ya da İlyas Salman’ın canlandırdığı karakterler, saflıklarıyla intikam alan figürler değil midir? “Kötü”yü alt eden, onun haddini bildiren ve izleyicide “oh, canıma değsin” duygusu yaratan karakterler. Halk anlatılarında ya da milli tarih anlatılarında da benzer bir yapı vardır. “Yunanlıları denize dökmek” bir tür kolektif intikam anlatısı değil midir? “Hak ettikleri cezayı verdik” söylemi, şiddeti haklı gösterme ve intikamı meşrulaştırma yoludur. İşte burada önemli bir anlatı devreye girer: Hak etme anlatısı. Bu, çoğu zaman yapılan kötülüğü kötü olmaktan çıkarmak için kurulan bir meşruiyet mekanizmasıdır. Bu anlatı sayesinde birey ya da kolektif, şiddet eylemini kendi içinde “masumlaştırır”. Aziz Nesin’in Sivas’ta yakılarak öldürülme girişimi üzerine geliştirilen tepkiler; “Madımak’ta yananlar hak etti”, “Kürtler kudurdu, biz de mecburen bastırdık” gibi ifadeler, bu tür anlatıların acı örnekleridir. Bu tür ifadeler yalnızca bireysel öfkenin ürünü değildir. Devlet ya da aklı başında addedilen kurumlar da benzer biçimde “hak ettikleri cezayı verdik” söylemiyle şiddeti rasyonelleştirir. Çünkü intikam ilkel olarak görüldüğü için, modern söylemler onun yerine “ceza”, “karşılık”, “önleyici müdahale” gibi meşrulaştırıcı terimler kullanır.

Çerçevesi Değiştirilmiş Şiddet ve Algı Bozukluğunun Normalleşmesi

Bakmak, her zaman görmek ve tanımak anlamına gelmez. Bakmak ama çerçevesi değiştirilmiş şiddeti şiddet olarak algılamamak, modern çağın en yaygın algı sapmalarından biridir. Bu sapma, yalnızca bireysel körleşmelerle değil, sistematik olarak şekillendirilen bir algı düzeniyle ilgilidir. Şiddet, bazı bağlamlarda “vahşet” olarak damgalanırken, bazı bağlamlarda estetize edilir, yüceltilir, hatta meşrulaştırılır. Örneğin, kızdığı için cinayet işleyen bir birey kamuoyunda hemen “cani”, “barbar”, “canavar” sıfatlarıyla damgalanır. Ancak aynı toplum, bir devletin insansız hava aracıyla gerçekleştirdiği “nokta atışı suikastları” alkışlarla karşılayabilir. Faili meçhul bir cinayete – eğer “siyasi değilse” – öfkelenen kişi, aynı anda devletin işlediği sistematik faili meçhulleri, yargısız infazları ya da zorla kaybetmeleri görmezden gelebilir. Cumartesi Anneleri bunun en çarpıcı örneğidir. Yıllardır aynı meydanda aynı cümleyi tekrar eden anneler, toplumun büyük bir kısmı tarafından hâlâ “görülmemeyi” başarabilmiştir. Bu görmezlik durumu yalnızca duyarsızlık değil, derin bir merak yitiminin göstergesidir. Oysa merak, insanı belirleyen en temel özelliklerden biridir. Hatta bu özellik birçok memeli hayvanda dahi gözlemlenir. İbrahimi dinî anlatılara göre bile, insanın cennetten kovuluşunun nedeni meraktır. Cennette, cinsellik ve haz yoktur; insan bu duygularla merak sayesinde tanışır. Günümüzde yaşanan sıradan erotizmin ve cinselliğin başlangıcında dahi merak vardır. Bu kadar yaşamsal bir yeti, bazı konularda neredeyse sistematik biçimde bastırılır. Egemen düzen, belli alanlarda “sorma”, “merak etme”, “kurcalama” der. İnsanlar, Cumartesi Anneleri’nin ne istediklerini merak etmemek için kendilerini bilinçli biçimde zorlar. Tıpkı şu soruları sormaktan kaçındıkları gibi:

Ermeniler bu topraklardan neden gittiler?

Binlerce Kürt köyü neden boşaltıldı? Gübre kokusu yüzünden mi?

İşte bu “sor(a)mama”, şiddetin çerçevesini görsel, dilsel ve ideolojik araçlarla değiştirme sürecinin sonucudur. Aynı bireyler, kahramanlık anlatılarına övgüler düzerken; suikast teknolojileriyle gurur duyarken, devlet destekli şiddeti “cezalandırma”, “hak edilen karşılık” gibi söylemlerle meşrulaştırır. Her gün haberlerde devletlerin insansız hava araçlarıyla gerçekleştirdiği suikastlara tanıklık ediyoruz – ve çoğu zaman bu eylemleri sevinçle karşılıyoruz. Örneğin, IŞİD lideri Bağdadi’ye düzenlenen suikast pek çok ülkede resmen kutlandı. Bu satırları Bağdadi’ye herhangi bir sempati duyarak yazmıyorum. Aksine, suikastların bir yandan ahlaken kınanırken, diğer yandan devletlerce sistematik biçimde uygulanmasını çelişkili buluyorum. İnsan kaçırmak, rehin almak, yargısız infaz gibi uygulamalar, normal koşullarda ulusal ve uluslararası hukuk çerçevesinde ağır suçlar olarak kabul edilir. Ancak son yıllarda Türk devleti de yurtdışından insan kaçırma operasyonları yürütüyor. Bu kişiler hukukun dışına çıkarılmış, yasal haklardan yoksun bırakılmış ve “gri bölge” denilen yargı-denetim dışı alanlara taşınmıştır. Uluslararası hukuk ve insan hakları ilkeleri açıkça ihlal edilmekte; ama bu ihlaller, toplumun önemli bir kısmı tarafından – adları “terörist” olduğu için – meşru görülmektedir. Hak ettikleri cezayı verdik. Bu ifade, modern devletin intikamı “akıllıca” ve “soğukkanlı” bir biçimde sahnelemesinin sloganıdır. Kaçırılan bu kişilerin çoğu “FETÖ mensubu” olarak tanımlanıyor. Adları “terörist” olarak sabitlendiği için, yargılanmadan suçlu ilan ediliyor ve bu nedenle toplumda genellikle “oh........

© Artı Gerçek