menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Dijital çağın insanları/Analog çocukluklar

34 17
18.05.2025

Benim yaş grubumdaki insanların çocukluğu analog dünyada geçti. O dönemlerde tanışma ve arkadaşlıklar fiziksel mekâna bağlıydı. İnsanlar aynı köyde veya kentte yaşadıkları için birbirlerini tanıyabiliyor, ilişkiler genellikle bu sınırlı çevre içinde şekilleniyordu. Daha sonra mektup arkadaşlıkları yaygınlaşmaya başladı. Bu hem dil öğrenme çabası hem de egzotik hayaller kurma isteğiyle tercih edilen bir iletişim biçimiydi. Kendi hayatımızdan veya çevremizden hoşnut olmadığımızda, bu mektuplar aracılığıyla yarattığımız hayali dünyalara sığınır, bambaşka bir yerde yaşadığımızı düşlerdik. Şiirlerimiz, iletişim ve sembollerimiz başkaydı. Flörtler de. Yere düşürülen mendile yüklenen anlamlar… Duygulanımlarımız, kendimizi bulduğumuz dizeler de: ‘’ Selamın geçiyor besbelli / yeşerdi telgraf direkleri‘’ (Niyazi Akıncıoğlu)…

Bugün ise dijitalleşme, tanışma ve arkadaşlık süreçlerini kökten değiştirdi. Dijital arkadaşlıklar artık mekâna bağlı değil; dünyanın çok uzak noktalarındaki insanlarla bağlantı kurmak mümkün. Ancak bu yeni biçim, ilişkileri daha yüzeysel bir hale de getirdi. Arkadaşlık, bir isim listesinden ibaret gibi görünebiliyor ve bu listelerdeki ilişkiler genellikle “beğendim,” “beğenmedim” ya da “haberim yok” düzeyinde bir etkileşimle sınırlı kalabiliyor. Fiziksel mekâna dayalı yakınlık ve derin bağlar yerini, zaman ve mekân kısıtlamalarının ötesine geçse de daha az kişisel, daha hızlı tüketilen ilişkilere bıraktı. Bu değişim, arkadaşlık kavramını farklı bir boyuta taşıdı; daha erişilebilir, ancak aynı zamanda daha kırılgan ve yüzeysel bir hale getirdi.

Analog dünyada iletişim, genellikle mektuplar ve analog telefonlar aracılığıyla gerçekleşirdi. Postacının uğradığında bir haber getirmesi veya bir mektup okumak, yaşamın özel ve anlamlı anlarından biriydi. Telefon ise yalnızca belirli bir kesimin sahip olduğu bir ayrıcalıktı ve herkesin her an erişebileceği bir araç değildi.

Dijital dünyaya geçişle birlikte iletişim, e-posta ve mesajlaşma uygulamaları sayesinde zamandan ve mekândan bağımsız hale geldi. Artık herkes, her an erişilebilir durumda. Bu durum, bir yandan hayatı kolaylaştırırken, diğer yandan sürekli bağlantıda olma zorunluluğu ve bu bağlantıya bağımlılık gibi yeni sorunları da beraberinde getirdi.

Analog dünyada haber, olay gerçekleştikten sonra oluşurdu. Örneğin, bir araba kazası meydana gelir, gazeteciler olay yerine gider ve yaşananları, kazanın şiddetini yazarak aktarırdı. Günümüzde ise süreç tersine döndü: önce görüntüler geliyor, ardından bu görüntülere bağlı haberler oluşuyor. Artık önce film ya da görüntü, sonra olayın şiddeti gözler önüne seriliyor.

Geçtiğimiz günlerde düşen bir uçağın uçuş anını, yükseklik kaybettiğini ve saniyeler içinde yere çakıldığını hep birlikte izledik. Haber olacak olaydan önceki süreci adım adım görmüş olduk. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri ise 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısıdır (Fabian Bernhard, Rache). Önce uçakların kulelere yaklaşmasını, çarpışma anını, ardından yangını, en son ise kulelerin yıkılışını ve faciayı izledik.

Bu, haber ve olay algımızı tamamen değiştiren bir gerçeklik yarattı; artık yalnızca haberleri okumuyor, olayları neredeyse eş zamanlı olarak yaşıyoruz.

Analog dünyada önemli anlar genellikle fotoğraflanır ya da videoya çekilerek saklanırdı. Önemli olaylar ve anılar, bu şekilde korunurdu. Ancak dijital dünyada önemsiz olan şeyler, önemliymiş gibi sunuluyor. Örneğin, bir kişi yaptığı salatayı, süpürdüğü odayı ya da aldığı ayakkabıyı büyük bir olaymış gibi paylaşabiliyor. Önemsizin önemlileş(tiril)mesi, sansasyon yoluyla mümkün hale geliyor. Öyle ki, salatanın unutulan limon suyu bile bir sansasyon unsuru olabiliyor. Bu durum, önemli olanın da magazinleştirilmesini beraberinde getiriyor.

Burada popülizme hizmet eden bir problem ortaya çıkıyor: Gerçekten önemli olanlar gözden kaçıyor ve önem sıralamasında geriye düşüyor. Bu önemsizliği önemseyenler, narsistik kazanımlarını kaybetmemek için kıyasıya bir rekabete giriyor. Bu durum, dijital dünyada bir tür “dijital çöplük” oluşmasına neden oluyor.

Analog dünyada bir kişinin takip edilmesi, genellikle kriminal bir faaliyetti. Uzaktaki insanlar, bir kişiyi istihbarat amacıyla izler ya da sosyal denetim için birbirlerini takip ederdi. İmajiner takipler ise daha çok paranoyanın bir ürünüydü. Günümüzde ise bu durum tamamen değişti. İnsanlar narsistik nedenlerle adeta “Beni takip edin!” derdinde.

Artık insanlar, bir şeyleri karşılık beklentisiyle beğeniyor. Yani, beğenilerimiz samimi bir hayranlıktan çok, bir çeşit hesaba dayanıyor. Bir gönderiyi gerçekten beğendiğimiz için değil, daha çok “onlar da beni beğensin” diye beğeniyoruz. Bir süre sonra, her grup kendi içinde homojenleşiyor; aynı şeyleri karşılıklı olarak beğeniyor veya beğenmiyor. Bu süreçte, “gerçekten beğenmek” kavramı giderek değerini yitiriyor.

Bu durum narsisizmin de dönüşüm geçirdiğini gösteriyor. Mitolojik figür Narkissos, kimseye ihtiyaç duymadan yalnızca kendisini beğeniyordu ve bu ona yetiyordu. Ancak günümüzde narsistik denge, mümkün olduğunca çok beğenilmeye odaklanmış durumda. Beğenilmemek, adeta insanı çileden çıkarıyor. Modern narsisizm, dışarıdan onay ve hayranlık arayışına bağımlı bir yapıya büründü.

Ancak dijital dünya, gerçekten önemli olanın peşine düşenlere de sınırsız olanaklar sunuyor. Bu çift yönlü yapı, dijitalleşmenin hem risklerini hem de fırsatlarını bir arada barındırdığını gösteriyor.

Analog dünya, somut nesnelere ve onların görünürlüğüne dayanıyordu. Fotoğraflar, albümlerde saklanan ve dokunarak hissedilen anılardı. Kitaplar, işaretlenip kitaplık raflarına konulurdu. Para, fiziksel bir varlık olarak cüzdanınızda taşınıp alışverişte elden ele verilirdi. Ancak dijitalleşme, bu somut nesneleri soyut birer veri haline getirdi. Fotoğraflar dijital arşivlerde saklanıyor, kitaplar dijital cihazlarda okunuyor, para ise artık bir ekran üzerinde görünen sayılardan ibaret. Müziğin de benzer bir dönüşüm geçirdiğini görüyoruz; kasetler, plaklar ve CD’ler gibi dokunulabilir nesnelerin yerini, dijital dosyalar aldı. Bu “eşyasızlık” durumu, hayatı kolaylaştırırken, aynı zamanda bizi maddi nesnelerden koparıp tamamen dijital bir bağımlılığa sürükledi.

Dijital bağımlılığın en hassas yanı, güvencesizliktir. Fiziksel dünyada bir nesneye sahip olmanın verdiği güven duygusu, dijital dünyada yerini sürekli bir kırılganlığa bırakıyor. Örneğin, bir virüs programı ya da sahte bir mesaj, tüm dijital varlıklarınızı tehlikeye atabilir. Telefonunuz bozulduğunda bankadaki paranıza ulaşamayabilir, hatta kapı kilidiniz dijital bir şifreyle çalışıyorsa kendi evinize bile giremeyebilirsiniz.

Dijitalleşme, bize birçok kolaylık sunsa da aynı zamanda sistemlerin düzgün çalışmasına ve güvenliğine bağımlı hale gelmemize neden oldu. Bu durum, teknolojinin getirdiği konforun yanı sıra, hayatımızı şekillendiren önemli bir kırılganlığı da beraberinde getiriyor.

Çoğu hayat, kahramansız düşünülemez. Dijital........

© Artı Gerçek