Başkası olma kendin ol…
Pozitif psikolojinin “farkındalık” önerisi, bireyi içine dönmeye ve kendi mutluluğunu keşfetmeye teşvik ederken, bu yaklaşımın daha derin bir ideolojik boyutu da var. Kriz dönemlerinde içe kapanma eğilimi, insanın duygusallaşmasını ve dış gerçeklikten kopmasını beraberinde getirir. Bu bağlamda, bireyin “kendini fark etmesi” çağrısı, yalnızca bir öz keşif önerisi değildir; aynı zamanda dış dünyanın acı gerçeklerine gözlerini kapatma telkinidir.
Bu öneri, bireyi sorumluluk alması gereken bir özneye dönüştürür. Ancak bu sorumluluk, genellikle bireysel mutluluk arayışıyla sınırlıdır ve sistemik ya da toplumsal sorunlara karşı bir duyarsızlığı da teşvik edebilir. “İçinize bakın, küçük şeylerle mutlu olun” reçetesi, bireyi kolektif bir sorgulama ve mücadeleden uzaklaştırarak, toplumsal gerçeklikleri görmezden gelmeye itebilir. Bu durum, uzun yıllardır hukuksuz yargılamalar, baskılar, yoksulluk ve işsizliğin hüküm sürdüğü bir ortamda, bireyin mutsuzluğunu kişisel bir eksiklik veya zaaf olarak sunar.
İnsanın kimliği, bireyi ötekinden ayırır ve aralarındaki farkları ortaya koyar. İnsan, bir yandan ötekilerden farklı, biricik olma çabasındayken, aynı zamanda bir gruba ait olma arayışındadır. Bireyleşme, ötekiyle olan farkı vurgularken; aidiyet, bu farkı en aza indirip benzeşmeyi ve aradaki farklılıkları göz ardı etmeyi gerektirir. Yani farklı olanların, farksızlıkları öne çıkarması söz konusudur.
Bunun yanı sıra, bir gruba ait olma durumu da başka gruplarla fark yaratma çabasını beraberinde getirir. Örneğin, Trabzonlular Rizelilerden farklı olduklarını söylerken, Trabzonluluk içindeki bireysel farklılıklar göz ardı edilir. Aynı durum, Fenerbahçeliler ile Galatasaraylılar arasında da geçerlidir.
Günümüzde küreselleşme ve kültür emperyalizmi, kültürler arasındaki farkları bazı alanlarda en aza indiriyor. “McDonaldlaşma” ile tatlar küreselleşiyor; Almanya’da yediğiniz bir hamburgerin Bulgaristan’da da aynı tada sahip olması gibi. Paris’te popüler bir saç modeline Afrika’nın bir köyünde bile rastlayabiliyoruz.
Peter Sloterdijk, Die Verachtung der Massen (Kitleleri Hor Görme) adlı eserinde, geçmişte grupların toplumsal hiyerarşideki konumlarına göre farklılıklar gösterdiğini yazar. Soyluların yemekleri, içkileri, oturup kalkma biçimleri, eğlenceleri farklıydı ve bu gruplar, bu farkların (habitus, P. Bourdieu) korunmasına özen gösteriyordu. Modern toplum, dünyevileşmeyi savundu. Ancak dinsel alanda kendine yer bulan irrasyonalite (gerçek dışılık) günümüzde dinin yansıra komplo teorilerinde, astrolojide ve pozitif psikolojide kendine yer buluyor.
İnsanların eşit olması gerektiği fikrinin savunulmasına rağmen, gerçek hayatta tahammül edilemez eşitsizlikler var. Bir yandan ötekine benzemek ve aynılaşmak istenirken, diğer yandan farklılaşma çabasındayız. Gruplar ve uluslar, hukuk, gelir, işsizlik, kadın ve çocuk hakları gibi konularda karşılaştırılırken, bu çabalar farklılıklara vurgu yapıyor. Akla gelmeyecek konularda bile grupların/ulusların karşılaştırılması ve sıralaması var. Yani insanlar/gruplar çeşitli alanlarda karşılaştırılıyor/rekabet ettiriliyor. Aynı gemide/dünyada yaşayan ve benzeşen insanlar, spor veya günlük rekabetlerle farklılıkları/benzeşmeyen yanları da görünür kılıyorlar.
Pozitif psikoloji, “Kendini fark et, kendi değerinin farkına var” diyerek aslında biraz da bu gereksinimleri pazarlıyor. Terapistlerin, motivasyon uzmanlarının, koçların ve psikolojik enerji uzmanlarının birer pazar satıcısı gibi kendilerini ve ürünlerini pazarlamaları ve alıcı bulmaları şaşırtıcı değil. Hızlı, kolay mutlu olma programları…
Gülten Akın’ın dediği gibi:
“Ah, kimselerin vakti yok / durup ince şeyleri anlamaya.”
Farkındalık endüstrisi, yıllık milyarlarca dolarlık bir hacme sahip, büyüyen bir sektördür. Bu kurslar, yayınlar ve uygulamalar, bireye mutluluğun anahtarının kendi içinde olduğu mesajını verir. Ancak bu mesaj, bireyin dışsal koşulları, adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri sorgulamasını engelleyebilir. Bu, bir tür kolektif inkârın psikolojik araçlarla yeniden üretilmesidir. İşsizlik gibi reel sorunlar, bireyin yeterince çabalamadığı veya doğru tutumu benimsemediği iddiasıyla bireyselleştirilir. Bu, bir yandan düzenin eleştirilmesini engellerken, diğer yandan düzeni koruma mekanizması haline gelir.
Pozitif psikolojinin bu yaklaşımları, bireyi kendi mutsuzluğunun yegâne sorumlusu ilan eder. “Mutluluk senin elinde; mutlu değilsen suçlu sensin” söylemi, bireyin mutsuzluğunu psikolojik bir zaaf olarak tanımlar ve çözümü bu zaafı gidermekten ibaret gösterir. Böylece mutsuzluk, bireyin öznel bir sorunu haline gelirken, yapısal ve sistemik sorunlar göz ardı edilir.
Sorun, mutluluğun bireysel bir tercih olarak sunulmasıdır. Bu, bireyin toplumsal bağlamda varoluşunu silikleştirir ve mutsuzluğu bir ahlaki ya da psikolojik eksiklik gibi algılamasına yol açar. Ancak mutluluk, bireyin kontrol edebileceği basit bir tercih değil, toplumsal, ekonomik ve kültürel koşullarla da şekillenen bir durumdur. Pozitif psikolojinin önerdiği bu yaklaşım, bireyi yalnızlaştırarak toplumsal bir dayanışmanın önünde engel oluşturur ve mutsuzluğu bir mücadele aracı olmaktan çıkarır.
Pozitif psikoloji işyerlerine uyarlanarak kapitalizmin çalışma kültüründe köklü bir dönüşümün araçlarından biri haline geldi. “İşyerinde mutluluk” kursları ve seminerleri, işçilerin daha verimli ve uyumlu çalışmasını sağlamak amacıyla, bireysel mutluluk arayışını bir iş hedefi olarak tanımladı. Ancak bu süreç, genellikle işverenlerin sorumluluklarını çalışanların omuzlarına yüklemesiyle sonuçlandı. Çalışanlar artık sadece işlerini yapmakla değil, iş ortamını pozitif ve uyumlu tutmakla da yükümlü hale getirildi.
Değişen Çalışma Kültürü
Hiyerarşik Denetimden Ekip Sorumluluğuna: İlkel kapitalizmin sıkı denetim yöntemleri, ekip çalışması anlayışıyla yer değiştirdi. Bu sistemde patronlar artık doğrudan müdahale etmek yerine hedefleri belirleyip sorumluluğu ekiplere yüklüyor. Böylece çalışanlar, yalnızca kendilerini değil, ekip arkadaşlarını da denetlemek zorunda kalıyor.
Esneklik ve Dayanıklılık: Çalışma ortamındaki belirsizliklerle başa çıkabilmek adına çalışanlara “esneklik” ve “dayanıklılık” telkin ediliyor. Ancak bu, genellikle uzun çalışma saatlerini kabul etmeye ve iş yükünü artırmaya yönelik bir çağrıya dönüşüyor. İş bitmediğinde esnek olup işyerinde kalmak, dayanıklılığın bir parçası haline geliyor.
Pozitif psikoloji, bu bağlamda çalışanlara sürekli bir “güler yüzlü mücadele” anlatısını dayatıyor. “Sakın vazgeçme, mücadele et” söylemi, bireyin iş yükü karşısında direnmesini sağlarken, yapısal sorunları göz ardı ediyor. Çalışanlar, sorumlusu olmadıkları sorunlardan dolayı suçlanabiliyor ve pozitif olmaya zorlanıyor. Bu, işyerinde mutsuzluk ve tükenmişlik hissinin artmasına rağmen, bu durumların bireysel bir eksiklik gibi algılanmasına neden oluyor.
Pozitif psikoloji, geleneksel terapi yaklaşımlarını bireysel sorumluluk anlayışıyla birleştiriyor:
Hastanın Sorumluluğu: Geleneksel tedavi yöntemleri, hastaların iyileşme sürecinde sorumluluk üstlenmesini gerektirir. Örneğin, ilaçları disiplinle almak, verilen egzersizleri yapmak gibi. Pozitif psikoloji de benzer şekilde bireye sorumluluk yükler; ancak bu sorumluluk genellikle “mutluluğa ulaşma” gibi soyut bir hedefle ilişkilidir.
Bir “Modern Muska”: Pozitif........© Artı Gerçek
