Barış üzerine - I: Barış savaşsızlık değildir
Barış, aslında bilmediğimiz bir şey. İnsanlığın gelişkin bir barış kültürü yok. Ateşkes dönemlerini, savaşsız geçen süreleri barış sanıyoruz. Oysa ateşkes dönemlerinde de gerçek bir barış çabası yok. Barış içinde yaşıyormuş gibi görünen dönemlerde bile halk, her an savaşa hazır tutuluyor. Düğmeye basıldığında ise birkaç gün içinde savaş borazanları en güçlü şekilde çalmaya başlıyor. Barışın değil, savaşın bir endüstrisi ve lobisi var. Kamuoyu araştırmalarında halkın çoğunluğu savaşı istemiyor; dünyada “savaş iyidir” diyen bir tutum da yaygın değil. İnsanlığın tamamı savaşın kötü olduğunu biliyor ve dile getiriyor. Buna rağmen insanlar, tarih boyunca binlerce kez savaşmışlar.
Tam sayısını bilmiyoruz ama Stavros Mentzos, M.Ö. 3500 yılından günümüze kadar yaklaşık 14.500 savaş yaşandığını söylüyor (1993, s. 38). James Hillman ise insanlık tarihinde son 5600 yılda yaklaşık 14.600 savaş olduğunu ve her yıl ortalama iki ya da üç savaşın gerçekleştiğini belirtiyor. Bu veriler düşünüldüğünde, savaş insanlığın normal hali (Die erschreckende Liebe zum Krieg, 2004, s. 10). Savaşın sorunları çözmediği, bir çözüm olmadığı bilinse de insanlar bu korkunçluğu seçmekten kaçınmıyorlar. Bu kadar çok savaşın yaşandığı bir dünyada barışı sağlamak ve kültürünü yaratmak da çok zor.
Bu kadar çok savaşa karşı olunmasına rağmen bu kadar çok savaş yaşanıyorsa, insanın savaş konusunda ikircikli bir tutumu var gibi görünüyor. Ülkemizde de Kürtler ile Türkler arasındaki silahlı çatışmalarda on binlerce insan öldü ve bu çatışmanın etkisi, bu ülkede yaşayan her insanda bir şekilde hissediliyor. Buna rağmen hâlâ “daha da öldürelim” ya da “oh, canıma değsin” denilebiliyor. “Savaş istemiyorum” diye başlayan bir cümleye eklenen her “ama”, aslında savaştan yana bir duruşu da barındırıyor. Savaşa karşı olmak, belki de hiçbir “ama”yı kabul etmemekle başlıyor.
Savaş karşıtlığındaki ‘ama’larla insan, aslında kendini de manipüle etmeye çalışıyor. En son Gazze’de buna tanık olduk. Savaş; mantığın, insanlığın, ahlakın, etiğin, duyguların, merhametin ve vicdanın yok edilmesi demek. Mantık ötesi bir şey. İşte savaş konusundaki o ‘ama’, hayal bile edilemeyecek bu yıkımı rasyonelleştirmeye çalışmanın bir yolu. Yani savaş, riyakârlık olmadan savunulamıyor.
Türkiye’de de “Savaşa karşıyım ama…” diyenlerin tavrı, barış için imza atanlara yapılan zulümlerle kendini gösteriyor. Biraz yakından bakıldığında, “Barış istiyoruz” diyenlerin aslında önce silahların susmasını talep ettikleri görülüyor. Onlar da barışa giden yolun çok uzun ve zorlu olduğunu biliyorlar.
Savaşın en belirgin özelliği bu kadar yıkıma ve zulme rağmen öğretememesi, ders alınamamasıdır. 20. yüz yıl tarihteki en kanlı ve cani dönemdir ve bu dönemdeki savaşlarda yaklaşık 187 milyon insanın dolaylı ya da doğrudan katledilmiştir. (Ulus ve milliyetçilik konularında önemli tezler geliştirmiş olan Eric Hobsbawm, 2009 yılında Almanca Globalisierung, Demokratie und Terrorismus adıyla yayımlanan kitabında, bu sayıları yazar). Savaş, sorunları çözmese de yaygın bir şekilde sorun çözme yöntemiymiş gibi sıkça başvurulan bir araçtır.
Savaş, ardında büyük bir harabe bırakır. Bu harabe yalnızca fiziksel (binalar, yollar, altyapı) değil, aynı zamanda psikolojik ve sosyolojik bir yıkımı da içerir. Savaş, o ülkenin ya da bölgenin demografik yapısını da bozar, çünkü savaş, erkek nüfusunun azalması anlamına gelir. Bu durum, kadınlar ve erkekler arasındaki rol ve görev dağılımını da etkiler. Kadınlar, savaş süresince ve sonrasında yaşanan zulmün yanı sıra, erkeklerin rollerini de üstlenmek zorunda kalır. Askerde erkekliğe aşırı vurgu yapılmasına rağmen, erkekler de bir anlamda dişileştirilirler. Kadınlara biçilen geleneksel görevler—yemek yapmak, çamaşır yıkamak, yatağı düzeltmek gibi—erkekler tarafından yerine getirilir.
Chaim F. Shatan, askerliğin ve savaşın insanlarda sembiyotik bir regresyon yarattığını söyler (Militarisierte Trauer und Rachezeremoniell, 1987, s. 221). İnsanlar, askeri birliklerinde birbirleriyle kaynaşarak var olmaya çalışırlar: “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için!” Shatan’a göre erkeklik askerileştirilir (militarisierte Männlichkeit): “Erkeklik, vatanı için savaşmaktır!” Savaştan korkanlar adeta erkek sayılmazlar. Askerden çürük raporu alanlar ya da paralı askerlik yapmayanlar, bu yüzden alay konusu edilirler.
Shatan’a göre erkekliğin militarize edilmesinde üç aşama vardır. Öncelikle, askerler eğitim süreciyle birey olmaktan çıkarılır. Anne-babalarının onlara verdiği kimlik yok sayılır. Artık onlar Ahmet, Mehmet ya da Ali değil; yalnızca birer askerdirler. Amirleri de Ahmet ya da Hasan değil, yalnızca komutandır. Kimlikleri değiştirilerek bireysellikleri ellerinden alınır ve ortak bir kimliğe indirgenirler: “Mehmetçik.”
Askerde iki temel kategori vardır: biz ve onlar. Askerlik süresince algılar manipüle edilir; dünya biz ve düşmanlar olarak ikiye bölünür. Düşman insandışılaştırılır ve böylece onu öldürmek meşru hale getirilir. Savaş esnasında yaşanan acı bloke edilir; orada acıya yer yoktur. Bütün bunlar, askerlerin bir kişilik değişiminden geçtiklerini gösterir. Acımasızlık, canilik ve zulüm savaş sırasında normalleştirilir ve kurumsallaşır. Asıl olan insanlık, duygular ya da mantık değildir; amaç, körü körüne itaat ederek verilen emirleri sorgulamadan yerine getirmektir. Zulmün üniformalı halidir savaş. Ve bu mantıksızlığın açıklanması bile gerekmez, çünkü savaş, kutsal bir amaç için yapılır.
Askerlikte cinayet ve katliamlar için cezasızlık söz konusudur. Askerlere, suçluluk duymadan ve utanmadan öldürme ya da katletme “özgürlüğü” (!) verilir.
İnsanları savaştırmak için önce canileştirmek gerekir. Sadece askerleri değil, halkı da savaşa sürüklemek için politikacılar, vatanseverlik kisvesi altında ırkçılığı yaygınlaştırırlar. Kitleler için karmaşık sorunlara sunulan çözümler genellikle çok basit ve anlaşılırdır. En karmaşık problemler basite indirgenir: Kötülüğün kaynağı düşmanlarımızdır. Düşmanı yok edersek tüm sorunlarımız çözülür. Karmaşık sorunların bu şekilde basitleştirilmesi, kitleleri ayartır ve harekete geçirir.
Bu basit çözüme ulaşma arzusuyla, birey kitle içinde daha cesur davranır. Ancak bu cesaret, bireyin kendisinden değil, kitlenin oluşturduğu dinamizmden kaynaklanır. Sorumluluk, kitle içinde anonimleştiğinden suça yönelim artar. Ayrıca, kitle işleyeceği suçun cezasız kalacağını bilir. Hiçbir asker, savaşta öldürdüğü insan (düşman) için yargılanmaz. Öldürmek, savaşın kaçınılmaz bir gereği olarak görülür. Savaşta işlenen cinayetler, katillik sayılmaz.
Suça eğilimin bir başka nedeni de şudur: Acımasızlık ve zulüm, güç ve iktidar sahibi olmanın bir göstergesi olarak kabul edilir. Sadizm, acımasızlık ve zulüm, bir hakimiyet kurma biçimine dönüşür.
Savaş, yalnızca askerlerde ya da doğrudan savaşanlarda değil, sürece dahil olan herkesin kişiliğinde kalıcı değişiklikler yaratır. Askeri savaş söylemi, zamanla yaşamın diğer alanlarına da sızar: spor, ekonomi, komşuluk ilişkileri… Hatta aşk ilişkileri bile, savaşan tarafların güç mücadelesine dönüşür. Yaratılan paranoya ve şizofrenik dünya görüşü (biz ve düşmanlar, iyi ve kötü, siyah ve beyaz), insanların tüm ilişkilerine yansır.
Savaşa gönderilen askerler, genellikle haklı bir dava için savaştıklarını düşünürler. Örneğin, Vietnam’da savaşan Amerikan askerleri, kendilerini bir haksızlığın intikamını almak için orada sanıyorlardı. Bu kendini haklı görme hali, yapılan kötülüklerde suçluluk bilincinin oluşmasını engeller. Mesela, Kürtlere dışkı yedirenler de haklı olduklarını sanıyorlardı; onlar, kesin bir inançla haklı olduklarına emindiler. Bugün bu insanlara yöneltilen eleştirilerde ortaya çıkan şiddetin kaynağı da burada yatıyor. Haklı olduğuna inanan, bir dava uğruna savaştığını düşünen, haksız bir saldırının intikamını aldığını sanan ve çevresi tarafından kahraman ilan edilen insanları eleştirmek… Bu, onların inşa ettikleri kimliğe doğrudan bir saldırı gibi algılanıyor.
Chaim F. Shatan’ın vurguladığı başka bir olgu daha var: Savaşta fail konumunda olan kişiler, savaş sonrası dönemde daha çok mağdur yanlarını anımsarlar. Vietnam’a dair savaş karşıtı filmlerde sıkça gördüğümüz sahneler buna örnektir. Askerler bir yerde tuzağa düşürülür, günlerce yardım gelmeden aç, susuz ve korku içinde savaşırlar. Bu, çatışma esnasındaki failin yaşadığı travmatik mağduriyettir. İşte bu tür anımsamalar, barışı zorlaştırır çünkü faille mağdur arasındaki fark ve konumlar bulanıklaşır. Burada savaşın oluşturduğu bir sapıklaşma da var. Mağdur olan faillere üzülmeyi öncelemek. Hikâyeyi, tarihi güçlüler yazar… Biz genelde Amerikalıların filmlerini izler onlara üzülürüz. Amerikalılara üzülmekte değil sorun asıl sorun asıl mağdurların acılarının es geçilmesi…
Kürtlerle Türkler arasındaki çatışmada da benzer bir durum gözlemleniyor. Adeta bir mağduriyet yarışı yaşanıyor. Bu durum, suç bilincinin oluşmasını ve özür dileme sürecini zorlaştırıyor. Barış sürecinde, taraflar sadece karşı tarafın değil, kendi acılarını da anımsıyorlar. Ancak bu acıların anımsanmasının başka bir işlevi daha var: Örtme işlevi (Deckenerinnerung). Freud, bu olguyu anlatırken bazı........
© Artı Gerçek
