menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

HUKUK DÜZENİNDE GELDİĞİMİZ NOKTA

6 0
01.12.2025

Savoyard ressamı Giacomo (Jacques) Berger tarafından 1815’te yapılan “Astrea’nın Zaferi” adlı fresk, Caserta Kraliyet Sarayı

Daha önce de yazmıştım.

Geliniz bir kez daha tarihe bakalım ve bilgilerimizi yineleyelim.

Bilindiği üzere, tarihte insanları dehşete düşüren iki şiddet olayı sürekli dile getirilmiştir.

Bu yüzden muharrem ayı, Müslümanlar için hicrî takvimi ve orucu başlatarak açların çektikleri acıları, yoksunlukları simgeleyen ve de Emevi diktasına direnen Hz. Muhammet’in torunu Hz. Hüseyin’in Kerbelâ'da şehit edildiği aydır.

On dört yüzyıldan bu yana her yıl, anımsanan ve yası tutulan bu olayı İslam dünyası hiç unutmamıştır.

Unutamaz da.

Çünkü bu olay, sıradan bir şiddet olayı değildir. Haşim ve Umeyye (Emevi) aileleri arasındaki iktidar yarışının, Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye ile Hz. Ali, Hz. Ali’nin oğulları ile Muaviye’nin oğlu Yezid’in savaşlarının sonucudur. Hileli Sıffin Savaşında Yezid, önce Hz. Hasan’ı zehirlemiş; daha sonra da egemenliğini reddeden ve susuz kalan Hz. Hüseyin’i, aralarında bebeklerin de bulunduğu 72 kişiyle birlikte 10 Muharrem 61 (10.10.680) tarihinde öldürtmüştür. Katil Yezid’in komutanlarından Şimr de, Hz. Hüseyin’in kesik başını bir tepsi içinde Şam’daki sarayında Yezid’e sunmuş ve bu kesik baş, Şam sokaklarında gün boyu dolaştırılmıştır.

İslam tarihi ise, elbette bu olayı ne unutabilmiş, ne de bağışlayabilmiştir. Bu yüzden Hz. Hüseyin’in kuşatıldığı ve öldürüldüğü tarihler arasında yas tutulur, sevabı ve günahı olmayan, sadece ağıt sayılan Muharrem orucu tutulur, asla kurban kesilmez, et yenmez, canlılara hiç eziyet edilmez, hiç kimse incitilmez, dedikodu bile yapılmaz, yapılamaz.

O günlerde şiddetin her türlüsünün reddi anlamında hiçbir hayvansal ürün içermeyen bir tatlı yapılır ve dağıtılır, o kadar: Aşure.

Tarihin hiç bağışlamadığı ikinci olay ise, kanımca 26.4.1937 tarihinde İspanya’nın Bask bölgesinde on bin kadar insanın yaşadığı Guernica kentinin Franco yanlısı Faşist Almanya’nın uçaklarıyla ve bombalarıyla üç saat içinde yok edilmesidir. Bilindiği üzere bu olayın anlamını Picasso (1881-1972), Cumhuriyetçi İspanya hükümetinin isteği üzerine, bir hafta geçmeden ünlü Guernica resmiyle bütün dünyaya duyurmuş, bu resim, önce Paris’te dünya fuarında sergilenmiş; daha sonra da bütün savaş suçlularını canlandıran bir simge olmuştur. Pablo Picasso’nun sözleriyle “Gerçeği anlamamıza yarayan büyük yalan” diye adlandırılan sanat, dolayısıyla bu tablo, Paris’in işgali sırasında bir Alman Gestapo subayının “Bu resmi sen mi yaptın?” diye sorması üzerine Picasso’nun çok anlamlı ve de çok düşündürücü yanıtı, iletisi ile birlikte tarihe kazınmıştır: “Hayır, sizler yaptınız.”

Bu noktada da kalmamıştır Guernica. Aynı yıl David Alfaro Siqueiros’ça (1896-1974) yapılan “Bir Çığlığın Yankısı” resmiyle bir bakıma iletisini ve işlevini sürdürmüştür (Berger, John, [Salman, Yurdanur / Sökmen, Müge Gürsoy], Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, İstanbul, 2022, s. 178-185).

Ben bir hukukçuyum.

Benim açımdan ülkemizde yaşanan ve hepimizin hukuk açısından alınyazısını kökten değiştiren en yıkıcı olay ise, 2017 tarihli halk oylamasıdır.

Çünkü Türk demokrasi tarihi, bu en yanlış, en üzücü ve de en utandırıcı, üstelik de görünüşte hukuka uygun, ancak gerçekte kesinlikle hukuk dışı kararla toplumumuzun ve demokratik anlayışımızın yaşadığı bir şiddettir. Çünkü yaşanan bu olayla birlikte Türk demokrasisi olağan evriminden, hukuksal yörüngesinden çıkmış; sonu belirsiz bir karanlık döneme girmiştir.

Evet. Siyaset ve savaş tarihinde Hz. Hüseyin’in, çocuklarının, yandaşlarının öldürülmesi, Guernica’nın bombalanması ne ise, 2017 oylaması da, hukuk kılıfı içinde o denli ağır, hukuku yıkıp yok eden, bağışlanamaz nitelikte yanlış yorum ve uygulamanın hukuka bir saldırısı, bir hukuk yanılgısı, yenilgisidir. Ancak geçersizdir. Çünkü bu oylamanın Yüksek Seçim Kurulunca meşru ilan edildiği gün, İtalyan Tarihçisi ve düşünürü Giuseppe Ferrari’nin (1811-1876), “Sitenin / devletin görünmeyen barış meleği” dediği ve iktidarları ayakta tutan “MEŞRULUK” değeri ne yazık ki o gün yerle bir edilmiştir (Ayrıntılı bilgi için bkz: Selçuk, Sami, Hukuk Dünyasında Doğmayan Halk Oylaması, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2018. Ayrıca bkz. Selçuk, Sami, 16 Nisan 2017 Halk Oylamasına İlişkin Bilimsel Görüş, CHP Bilim, Yönetim, Kültür Platformu Başkanlığı, Ankara, 2017. Bu ikinci yapıt, Türkçenin yanı sıra CHP tarafından Almanca, Fransızca ve İngilizce dillerine de çevrilerek ayrıca bastırılmıştır).

Hem de üstelik ülkenin bağımsız ve yansız olduklarına inanılan yargıçları eliyle!?

Gelelim bugünlere ve hukuka.

Yirmi dört yıl önce yayımlanan bir kitabıma yazdığım 15 Ocak 2001 tarihli “önsöz”de bütün okurların, hukukçuların, yargıçların, savcıların, avukatların dikkatlerini bazı noktaların üzerine çekmek istemiş ve aşağıdaki noktaları dile getirmiştim: “Hukuk, hukukçunun hem Mevlâ’sı, hem de başının belâsıdır. Hele bir de karar veren biri, sözgelimi yargıçsanız, o sizi durmadan izler, yatağınıza kadar sokulur ve uykunuzdan eder.”

Karşılaştırmalı hukuk çalışması yapanların derdi ise, daha da büyüktür. Zira “hukuk ile ilgili her araştırma, insanı çoğaltır, çoğalttıkça da coşturur. Önce mutlusunuzdur. Ancak uygulamaya eğilince o coşkulu mutluluk, yerini çoğu kez karamsarlığa, hatta umutsuzluğa bırakır.

“Bu yüzden en az kırk (şimdilerde altmış yedi) yıl ‘hukuk öğretisi ve uygulaması’yla iç içe yaşamış birinin elbette diyeceği çok şey vardır.”

“Topluma ve gelecek kuşaklara karşı duyduğu sorumluluğun gereğidir, bu.”

“Bu konuda ben kendimi hiçbir zaman asla hiç gizlemedim.”

“Daha önce de yazdım ve söyledim. Yanlışlıklar, kıdem kazanınca doğruya dönüşmez. Olsa olsa katılaşıp müzminleşir.”

“Sözgelimi, Türk hukuk uygulaması açısından dilimizin ucuna geliveren şu temel sorulara yanıt vermek hiç de kolay değildir: Neden bizim ülkemizde yargılama evresinin yanlış sözcükle duruşma, Batı hukukundaki adı ve doğru terimle “TARTIŞMA” (débat, discussion, dibattito, discussione) aşaması, hukuksal yörüngesinden saparak karşılıklı durmaya ve bir tutanak fetişizmine dönüşmüştür!?”

Evet, neden Sayın Türk hukukçuları, evet, neden?

“Suç hukukunda suç, failin eylemiyle başlar, işlenir ve biter. Kural budur. Oysa Türk yargılamasına göre, sözgelimi, bir zamanlar karşılıksız çek keşidesi suçu, hamilin (mağdurun) davranışıyla bitmekteydi. Bu yüzden, suçun bittiği an ile işlendiği yeri, dolayısıyla bunlara bağlı olarak birçok sorunu, bu arada yetkili mahkeme konusu da yanlış belirlenmişti. Ancak bununla da kalınmamıştı. Benzer konularda dünya ile inatlaşmayı bugün de sürdürmekteyiz. Peki, öyleyse hangi kavram(lar)ı neden yanlış algıladık? ‘Kasıt’ (yönelim) gibi teknik bir hukuk kavramını, niçin çoğu kez amaç, güdü, niyet ile karıştırıyoruz, bunları yazarken bile, kast diyerek yanlış söylüyor, Türk Ceza Yasası’nda, dilbilgisinin ağız ağzı, burun burnu vb. gibi ayrıklı “hecede ses düşmesi” kuralını (Gencan, Tahir Nejat, Dilbilgisi, Ankara, 1971, s. 38) bile çiğneyerek ‘kasıt’ yerine ‘kast’ (m. 21) diye yazıyoruz?” (Selçuk, Sami, Doğru Dil İle Türk Ceza Yasası, Genel Hükümler, Ankara, 2023, s.125-129).

“Varlığı saçma, ancak o dönemde suç olarak düzenlenen ‘kızlık bozma’ suçunun (1926 tarih ve 765 sayılı T. Ceza Yasası, m. 423) maddi konusunu niçin insan yerine ‘zar’a indirgeyerek, evlenmeden önce cinsel ilişkide bulunmamış, kısaca dokunulmamış olmayı koruyacak yerde, bir zar parçası üzerinde yoğunlaşarak, ilişki sonucu bu zar bozulmamışsa, güldürü yapıtlarına konu olacak biçimde, suçun işlenmesi için çocuğun doğal yoldan doğumunu ve doğan çocuğun zarı yırtmasını beklemişiz? Böylece sezaryen yoluyla doğum yapılmak zorunda kalındığında mağdureleri korumasız bırakmış, asıl suçluyu da kurtarmışız?”

“Peki neden?”

“Sokrates davasının yargıçları bile, önlerine gelen sorunları 24 yüzyıl önce bugünün batılı yargıçları gibi oyladıkları halde, neden bizler hâlâ başka türlü, daha doğrusu yanlış yapıyoruz bu oylamaları?” (Ayrıca bkz. Selçuk, Sami, Suç Yargılama Sürecinde Duruşma ve Görüşme / Oylama, 2024).

“Neyi iyi algılamadık da, temyiz yolu, dünyada örneği görülmemiş bir biçimde başkalaşıma uğramış? Üstelik Avrupa İnsan Hakları Komisyonunun 1997 Şubatındaki kararına karşın bu durumu sürdürmekte niçin direniyoruz?” (Selçuk, Sami, Suç Hukuku Dogmatiği ve / ya Grameri, V. Kitap, Suç Yargılama Süreci Hukuku, Ankara, 2022, s. 641-695)

“Batı hukukuyla karşılaştırıldığında, neden Türk hukuku katılaşmaya / ankiloza uğramış, niçin patinaj yapıyor, aldığımız batılı yasalara karşın, neden hukuk uygulamamız, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına kolaylıkla uyarlanamıyor?”

“Çoğu maddi olayların sübutuyla ilgili ve yanlış örnek olan komprime / hazır içtihatların gevşetici rahatlığıyla, zamanı yiyip tüketen tekdüzeliğin onarılamaz savurganlığıyla, yer yer birbirlerini çürüten asimetrik olay içtihatlarıyla yaşanan kısa devreler, hukukumuzun sık sık sürçtüğünü çarpıcı biçimde bizlere göstermiyor mu?”

Neden bunun ayrımında değiliz?

“Sokaktaki insan ve biz hukukçular, her gün yargılamadan ve hukukun eylemli bir yansıması olup üzerinde bir sinek lekesi bile bulunmaması gereken mahkemelerimizden, adaletten, neredeyse yüzyıllardır niçin yakınıp durmaktayız?”

“Çoğunluk kuralı, uyuşmazlığı sona erdiren bir çare, daha doğrusu çaresizliğin çaresi iken, çoğunluğun kararını neden gerçeğin dokunulamaz dili sanmışız?”

“Neden uygitsinci olmayı olağanlaştırmışız? Neden eski görüşleri gözden geçirmeyi âdeta bir namus sorunu yapmaktayız?”

“‘Öğreti başka ve uygulama başka’ saplantısı ve yelpazesiyle, bilimden ve kendimizden kaçıp avunurken, hukukun yanlış yöne ve kimileyin boşa dönen dişlileri, yaklaşık yüz yıldır yapılan onca incelemeye karşın, Karamanlı Kâmi’nin deyişiyle ‘Gülü gûş ettiremez, boş yere bülbül inler / Varak-ı mihr ü vefayı kim okur, kim dinler’ havasıyla neden hiç fark edilmemiştir?”

“Aynı ‘önsöz’de bir çırpıda akla gelen bu türden sorulara da aşağıdaki yanıtlar verilmiş:

“Demek, parçalar yerinde değil. Öyleyse geliniz, bütün bunların nedenlerini hep birlikte düşünelim ve araştıralım: Her şeyden önce itiraf edelim ki, hukuk devriminin başlangıcında önemli bir yöntem yanılgısına düşülmüştür. Batıdan dönemin en iyi yasaları alınmasına karşın, uygulamacılar, Batı hukukuyla -evet yasalarıyla değil- ilgileri bulunmayan, yabancı dil bilmedikleri için ilgi kuramayan yargıçlardır. Onların ellerinde aslında çoğu yanlışlarla dolu çeviri yasalar dışında yeterli gereçler yoktur. Bu yüzden, Cumhuriyetin başlarında kotarılmış, ancak birçok kavram yanılgılarıyla dolu bulunan içtihatlar, bugünlerde bile etkilerini sürdürmektedir.”

“Buna karşılık 1990 yılından sonra özgürlükçü demokrasiyi benimsemiş ülkelerde, sözgelimi Bulgaristan’da yargıçlar, sınavdan geçmişler, kazananlar görevlerini sürdürmüşlerdir. Doğu Almanya, Batı Almanya ile birleşince, Doğu Almanya’daki........

© Antalya Son Haber