menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

İsrail revizyonizmine karşı kurumsal caydırıcılık: Türkiye, Pakistan, Mısır ve Suudi Arabistan Askeri Paktı

12 0
30.10.2025

Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Doç. Dr. Necmettin Acar, İsrail’in son dönemde benimsediği revizyonist stratejileri ve bölge ülkelerinin bu stratejilere karşı inşa edebileceği güvenlik mimarisini AA Analiz için kaleme aldı.

***

7 Ekim sonrasında cevabı en çok aranan soru, insanlık tarihinin tanık olduğu en vahşi soykırımı gerçekleştiren ve yıkıcı saldırılarını Orta Doğu geneline yayan İsrail’i kimin, nasıl durduracağı oldu. Son iki yılda bu soruya ABD’nin Netanyahu hükümeti üzerindeki yoğun baskısıyla İsrail’in frenlenebileceği, küresel sivil toplumun İsrail karşıtı konumlanışının etkili olacağı ve İsrail içindeki Netanyahu karşıtı gösterilere umut bağlanması gerektiği yönünde farklı yanıtlar verildi ancak bu baskı mekanizmalarının soykırımın üçüncü yılına girilirken Netanyahu’yu yer yer yavaşlatsa da İsrail’in Filistinlilere yönelik baskıyı anlamlı ölçüde hafifletmesine ve tüm bölgeye yaydığı yıkıcı saldırıları durdurmasına yetmediği ortaya çıktı.

İsrail’in Gazze’deki soykırımı ve Orta Doğu’ya yaydığı yıkıcı saldırılar, 7 Ekim’den çok önce planlanmış ve Tel Aviv yönetimi, Aksa Tufanı’nı bölgesel ve küresel güç dengelerindeki değişimleri kendi lehine kullanmak için fırsata çevirmiştir. Dolayısıyla, "İsrail'i kim, nasıl durduracak?" sorusuna verilecek cevap "bölge güvenlik mimarisinde köklü bir revizyon" olmalıdır.

İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği soykırımın ve tüm Orta Doğu bölgesine yaydığı yıkıcı saldırıların ayak sesleri, aslında 2010’lu yılların sonlarında duyulmaya başlanmıştı çünkü İsrail’in revizyonist ve maksimalist hedeflerini hayata geçirebilmesi için uygun uluslararası ve bölgesel koşullar bu dönemde somutlaştı. Bu dönemde İsrail lehine bir dizi gelişme yaşandı.

İlk olarak Arap Baharı’nın başlamasıyla bölge devletlerini zayıflatan iç savaşlar, devlet kapasitesinde derin bir erozyon ve kronik istikrarsızlıkları daha görünür hale getirdi. Bu bağlamda Suriye iç savaşının yıkıcı etkileri, Mısır’daki siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklarla birlikte tüm bölgeye yayılan sokak hareketleri, devletlerin kurumsal dayanıklılığını aşındıran ve bölge güvenlik mimarisini sarsan başlıca dinamikler olarak öne çıktı.

İkinci olarak, bölge genelinde kendisine bağlı vekil güçler ve silahlı milis ağları kurup politik-ideolojik nüfuzunu genişletme stratejisi İran’ı Arap başkentlerinde birincil tehdit konumuna taşıdı. Bu tehdit algısı etrafında oluşan güvenlik paradigması da Arap ülkelerini İsrail’le örtük ya da açık şekilde kurulan güvenlik işbirliklerine yöneltti.

Üçüncü olarak, Arap Baharı sürecinde ortaya çıkan bölgesel istikrarsızlık, Mısır, Tunus ve Yemen gibi ülkelerde ABD yanlısı rejimlerin çözülmeye başlaması, Washington’ın bölgesel istikrarsızlığa karşı sigorta olarak İsrail’e verdiği askeri, diplomatik ve teknolojik desteği artırmasına yol açtı. İsrail, böylece bölgede ABD’nin en sadık ve kilit müttefiki pozisyonunu pekiştirmiş oldu.

Dördüncü olarak, uzun yıllar Filistin meselesini bölgesel ve küresel gündemin üst sıralarında tutan ve kamuoyu duyarlılığı oluşturulmasında öncü rol oynayan Müslüman Kardeşler hareketinin Arap Baharı sürecinde zayıflamaya başlaması, Filistin dosyasının bölgesel diplomasi gündeminde geri plana itilmesine yol açtı. Arap kamuoyunun Filistin meseline ilgisinin zayıflaması, Arap siyasi elitlerin İsrail’le normalleşme ve güvenlik işbirliği gibi başlıkları öne çıkarmasına uygun zemin hazırladı.

Son olarak, 2010’lu yılların ortalarında DEAŞ yapılanmasının ürettiği istikrarsızlık ortamı, uluslararası düzeyde “terörle mücadele” söyleminin genişleyerek sivilleşmesine ve asimetrik çatışmalarda devlet şiddetine daha fazla tolerans sağlayan güvenlik dilinin üretilmesine yol........

© Anadolu Ajansı Analiz