menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Marx’ın Kapitalizm Öngörüleri; Dünya ve Türkiye Analizi

8 0
17.09.2025

Marx’ın üçüncü ciltte ortaya koyduğu teorilerden biri, kapitalizmin kendi çelişkileri nedeniyle kaçınılmaz olarak çökeceği yönündeydi. Ona göre kapitalist düzen, işçileri günden güne yoksullaştırıp güçsüzleştirerek sonunda bir devrimle yıkılacaktı. Özellikle sanayileşmiş ülkelerde, işçi sınıfının bilinçlenip ayaklanması yakın görünüyordu. Ancak aradan geçen zaman, bu öngörülerin bir ölçüde tutmadığını göstermiştir. Kapitalizm, Marx’ın beklediğinin aksine, 19. Yüzyıldan 21. Yüzyıla dek farklı şekiller alarak varlığını sürdürdü. Dört büyük devleti bu yönden incelersek;

İNGİLTERE VE AMERİKA: Marx’ın yaşadığı dönemde sanayileşmenin merkezi olan İngiltere’de ve yine sanayi kapitalizminin hızla geliştiği Amerika Birleşik Devletleri’nde Marx, işçi sınıfının devrimci bir dönüşüm gerçekleştireceğini düşünmüştü. Bu ülkelerde işçi hareketleri hak mücadelesi verse de, hiçbir zaman bir komünist devrime varmadı. Kapitalizm çökmek bir yana güçlendi. İngiltere ve ABD 20. Yüzyılda dünyanın önde gelen zengin ülkeleri haline geldi. İşçiler, özellikle 20. Yüzyılın ikinci yarısında bu toplumlarda giderek daha iyi yaşam koşullarına kavuştu. Örneğin Marx’ın döneminde bir işçinin sıradan bir ceket alması büyük bir masraftı. Örneğin 1860 larda bir işçi haftada 22 peni kazanırken bir normal bir ceketin fiyatı 42 peniydi. Oysa günümüzde işçiler temel ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde, ev, araba, elektronik eşyalar gibi pek çok tüketim malına erişebilmektedir. Bu, işçi sınıfının mutlak manada giderek fakirleşeceği öngörüsünün gerçekleşmediğini gösterir. Elbette günümüzde de zenginlerle yoksullar arasında farklar vardır, ancak genel yaşam standartları Marx’ın zamanına göre önemli ölçüde yükselmiştir. Bunun çeşitli sebepleri olmuştur: Gelişmiş ülkelerde demokrasi ve işçi mücadeleleri sonucunda çalışma saatleri sınırlandı, asgari ücret uygulamaları, sendikalar ve sosyal haklar ortaya çıktı. Devletler, işçilere emeklilik, sağlık sigortası, işsizlik yardımı gibi güvenceler sağlayarak aşırı yoksulluğun önüne geçmeye çalıştılar. Bu reformlar, kapitalizmi işçiler için tamamen katlanılmaz bir sistem olmaktan kısmen çıkardı. Ayrıca kapitalist sistem büyük ekonomik büyüme dönemleri yaşadı; pastanın büyümesiyle işçiler de ücret artışları alabildi. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa ve Amerika’da ortaya çıkan geniş bir orta sınıf, toplumdaki uçurumu daraltan bir tampon görevi gördü. Toplum artık sadece zengin patronlar ve yoksul işçilerden ibaret değildi; arada memurlar, mühendisler, öğretmenler, küçük esnaflar gibi milyonlarca insanlık bir orta tabaka oluştu. Bu orta sınıf, Marx’ın öngördüğü gibi “zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan” bir kitle oluşmasını engelledi. İşçiler kendilerini toplumda tamamen çaresiz ve devrimden başka çıkar yolu yok görmediler; bunun yerine oy vererek siyasi değişim arama, sendikalarla hak talep etme ya da bireysel olarak daha iyi bir yaşama ulaşma hedeflerine yöneldiler. Kısaca, İngiltere ve ABD gibi ülkelerde işçi sınıfı Marx’ın beklediği düzeyde radikalize olmadı. Bu ülkeler tam tersine sermaye birikimi, özel mülkiyet, ulus-devlet ve hatta milliyetçilik gibi “sağ” diyebileceğimiz değerlerin kalesi haline geldiler; işçiler de bu düzen içinde yaşamaktan genel olarak memnun oldular ve bir devrim ihtiyacı hissetmediler. Ayrıca dini inançlar, millî kimlik gibi unsurlar da birçok işçinin önceliği oldu ve “dünya işçileri birleşin” sloganı hayata geçmedi. Sonuç olarak Marx’ın özellikle gelişmiş sanayi toplumları için öngördüğü devrim senaryosu gerçekleşmedi. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde Batı Avrupa’da sosyal devlet uygulamaları, refah devleti kurumları ve güçlü sendikalar sayesinde işçilerin çalışma saatleri kısaltıldı, ücretler yükseltildi ve sosyal haklar (işsizlik sigortası, emeklilik, sağlık hizmetleri vb.) tesis edildi. Örneğin bugün birçok gelişmiş ülkede yasal haftalık çalışma süresi 35–40 saat civarındadır (Fransa’da 35 saat, ABD’de 40 saat, Almanya’da 38 saat vb.) fazla mesaiye sınırlamalar getirilmiştir. Çalışma sürelerindeki bu azalma, 19. Yüzyıla kıyasla ciddidir. Gerçekten de sanayileşmiş ülkelerde günümüz tam zamanlı çalışanları, 19. Yüzyıldaki atalarından haftada 20-30 saat daha az çalışmaktadır ve bu tarihsel bir ilerlemedir. Ücretler ve yaşam standartları da aynı şekilde yükselmiştir: Avrupa Birliği’nde gelir dağılımı Türkiye’ye nazaran eşitlikçidir.) Avrupa toplumlarında geniş bir orta sınıf oluşmuş; asgari ücretle çalışanların oranı oldukça düşüktür ve çoğu işçi yoksulluk sınırının üzerinde bir yaşam sürmektedir. Örneğin Lüksemburg, Hollanda, Almanya gibi ülkelerde asgari ücret aylık 2.000-2500 €’dolaylarındadır ve bu tutar, o ülkelerde temel geçim ihtiyaçlarını karşılamaya genellikle yeterlidir. Sosyal güvenlik harcamaları Avrupa’da milli gelirin büyük bir kısmını oluşturur; işsiz kalan, hasta olan veya emekli olan bireyleri koruyan mekanizmalar güçlüdür. Kısacası, Batı dünyasında kapitalizm, işçilerin durumunu iyileştirerek kendini istikrarlı kılmıştır. Bu dönüşümde işçi sınıfının sendikalar aracılığıyla verdiği mücadeleler (ör. 8 saat çalışma hakkı, asgari ücret yasaları, grev hakkı) belirleyici olmuştur. Sermaye sınıfı, Marx’ın öngördüğü devrimi engellemek için de diyebileceğimiz şekilde, işçilere refah pastasından daha fazla pay vermeyi kabul etmiştir.

RUSYA VE ÇİN: İlginçtir ki Marx’ın devrim beklediği Batı ülkelerinde değil, daha az gelişmiş ülkelerde sosyalist devrimler yaşandı. 1917’de Rusya’da, 1949’da Çin’de komünistler iktidara gelip özel mülkiyete dayalı düzeni yıkarak Marx’ın hayalini kısmen gerçekleştirdiler. Ancak bu durum bile Marx’ın öngörülerinden önemli sapmalar içeriyordu. Bir kere Marx, sosyalist devrimin gelişmiş sanayi toplumlarında olacağını düşünüyordu; oysa Rusya ve Çin devrim zamanında çoğunlukla köylü ve feodal yapılara sahip toplumlardı. Nitekim bu ülkelerdeki devrimler, Marx’ın tanımladığı anlamda bilinçli bir sanayi işçi sınıfı hareketinden çok, savaş ve kaos ortamında gerçekleşen siyasi altüst oluşlardı. İkincisi, bu devrimler Marx’ın nihai hedeflediği özgürlükçü, sınıfsız toplum ile sonuçlanmadı. Sovyetler Birliği’nde ve Mao dönemi Çin’de yeni bir devlet sınıfı veya parti bürokrasisi ortaya çıktı; politik baskı ve diktatörlük yöntemleri egemen oldu. Marx, sosyalizmin sonunda devletsiz komünizme evrileceğini hayal etmişti, fakat Sovyet deneyimi baskıcı bir devlet yapısıyla 70 küsur yıl devam etti. 1991’de Sovyetler Birliği çöktüğünde, Rusya’da kapitalizm adeta kaldığı yerden geri geldi Çin ise 1980’lerden itibaren devlet kontrolünde piyasa ekonomisine geçti. Bugün Çin, resmi olarak sosyalist-komünist ideolojiye sahip olsa da, fiilen kapitalist üretim biçimini geniş ölçüde uygulayan bir ülke. Yani Marx’ın beklediği gibi kapitalizmin tamamen sona erip dünya çapında komünizmin zaferi gerçekleşmedi; tam tersine sosyalist sistemler ya çöktü ya da kapitalizmle uzlaştı. Bunun nedenleri üzerine pek çok teori var. Bir neden, bu ülkelerde sosyalizmin fakir ve zor şartlarda kurulmasıydı; ekonomik zorluklar ve dış baskılar, ideal bir komünist toplum inşasını imkânsız hale getirdi. Bir diğer neden, insan doğası ve siyasetle ilgilidir. Marx, kapitalist sınıf ortadan kalkarsa devlet kendiliğinden sönümlenir diye düşünse de, pratikte iktidarı........

© Adil Medya