Çelik Gülersoy’dan Göksu’ya Ağıt
BU YAZIYI NEDEN YAZDIM?
Çelik Bey’in İstanbul’a dair pek çok yayını vardır. Bunlardan birisi de “Göksu’ya Ağıttır” Bu kitabı bir albüm olarak tanımlamak daha doğru olur. Metin kısmı ikincil plandadır.
Bu albümde anlatılan bir çok hikayeye kısmen veya tamamen şahit olduğumdan benim için özel kıymeti vardır.
Göksu’ya Ağıt’ın sayfalarını çevirirken çocukluğum, gençliğim, Hisarlı günlerim gözlerimin önünden geçti. Kavacık yolunda imar izni bekleyen bir evimiz vardır. Biraderle hep oraya dönmenin planlarını yaparız. Döneceğiz de.
Ben de bu yazımla Çelik Bey’in “Ağıtına” katılmak istedim.
Çelik Gülersoy ömrünü İstanbul’un kültür tarihine adamıştı. Onun İstanbul’a adanmışlığı Reşit Safvet Bey’in (Atabinen) yanında başladı. Atabinen Turing Kurumu’nun başkanıydı. Sonra Çelik Bey oldu. İstanbul’u büyük bir aşkla sevdi.
Burada şehre hizmetlerini anmaya gerek yok. Sonra bir dönem geldi ki eserlerinin çoğuna hoyratça el konuldu.
Göksu Deresi Alemdağı’ndan başlayarak irili ufaklı bir çok su kaynağını kendi yatağında toplayarak Anadoluhisarı önlerinde boğazın sularına karışır. Ondokuzuncu Yüzyıl’ın sonunda dere havzasında Fransızlar tarafından ilk Elmalı Barajı yapılmıştır.
Derenin etrafındaki Müslüman Türk iskanı fetih öncesi devirlere tarihlenir. İstanbul’un ilk Müslüman mezarlığı buradadır.
Şimdiki Küçüksu Kasrı’nın yerinde Sultan I. Mahmut devrinde yapılmış bir av köşkü vardı. Göksu ve Küçüksu derelerinin arasındaki geniş çayırın bir mesire alanı olarak İstanbul hayatının bir parçası olması Tanzimat sonrasına tesadüf eder.
Bunda, buharlı gemilerle Boğaziçi köylerine ulaşma imkanı doğmasının payı vardır. Göksu ve Anadoluhisarı Thomas Allom, Antoine Melling’ten başlayarak bir çok yabancı ressam ve gravürcünün sevdiği temalar olmuştur.
Küçüksu ve Göksu orientalist ressamlarının ilgisini çekmiş bir boğaziçi yerleşimidir.
Boğazın Anadolu yakasındaki iki akarsuyun burada olması bunun temel nedeni sayılabilir. Melling’in“İstanbul ve boğaz Kıyılarına Pitoresk Bir Seyahat”albümü bölgeye ilişkin en eski kaynaklardan biridir.
1954’TEKİ BÜYÜK İSTANBUL KIŞI
Babam 1954’te İstanbul’a gelmişti. Tuna’dan buzların geldiği büyük kış. Bir önceki ise Troçki’nin geldiği 1929 kışıdır. Babam geldiği gün işe girmiş, İstanbul Sular İdaresinde istihdam edilmişti. Elmalı Barajında çalışırdı. Elmalı Baraji Göksu deresinin su kaynaklarını tutan bir baraj gölü oluşturur. Günümüzde Molla Gürani viyadüğünün altında kaldığından pek farkedilmez. Memleketimiz İstanbul’a komşu bir vilayettir. 1.5 saatte ulaşılabilir. Köyümüz de Karadeniz’e uzak değildir. Ahalisi tarım ve hayvanlıkla uğraşır. Denizcilikle bir ilgisi yoktur. Ben bu durumu Osmanlı kanunnamelerinde geçen “Raiyyet oğlu raiyyetir” hükmüne bağlıyorum. Ama bugün konumuz bu değil.
BABAMIN BALIKÇI TEKNELERİ
Babam boğazla çok ilgili bir insandı. Denizi severdi. Bu nedenle bizim her zaman bir balıkçı teknemiz olmuştur. Göksu deresinde bağlı. Denize çıkmaya dair ilk hatıralarım heyecan ve korku ile karışıktır. 60’ların ortasında ilkokuldaydım. Sonbahardı. Lüfer-palamut mevsimi olmalı. Babam bizi de yanında götürmüştü. İstinye Tersanesi önlerine geldik. Denizin üstü keyifle avlanan onlarca balıkçı teknesi ile doluydu. Bu kaotik kalabalıktan biraz ürkmüştüm doğrusu. Bakıma alınan gemilerin devasa boyutlardaki pervanelerinden nasıl korktuğumu, Tersaneden yükselen metal seslerinden nasıl tedirgin olduğumu her zaman hatırlarım.
Boğazdan lüfer ve palamutun kovalarla eve getirildiği yıllardı. Babam gibi amatörlerin deniz ilgisi Hisar’ın yerli balıkçıları tarafından pek hoş karşılanmazlardı. İmalı bakışlarında daima bir küçümseme olurdu.
Emekli olduğunda önce kürekli bir sandal aldı. Annemden koparabildiği ilk izin o kadardı. Amacı çok masumdu: köy önlerinde biraz eğlenmek. Sonra 60’lardakine benzer motorlu bir balıkçı teknesi aldı. (1981)
Bu arada devr-i askeri olduğunu hatırlatmak isterim. Sıkıyönetim komutanı Necdet Üruğ, Belediye Başkanı Abdullah Tırtıl Paşa, Necdet Ayaz İstanbul valisiydi. Askeri idare büyüklüğüne bakılmaksızın bütün teknelerin liman kaydının olmasını zorunlu kılmıştı. Bu suretle bizim de bir liman kaydımız ve denizcilik plakamız oldu.
Babam için en büyük keyif sabah erken saatte izmarit avına çıkmaktı. Çoğunlukta Amcazade Hüseyin Paşa yalısının önlerine giderdi. Sabahın sessizliğinde iple çekilerek çalıştırılan bir motorun sesi dere boyunca yankılanırdı. Motor dereden çıkıncaya kadar mümkün olduğunca düşük devirde çalıştırılırdı. Dereden gürültülü çıkış ayıplanırdı. Dereye giriş çıkış bu adap çerçevesinde olurdu.
Son teknemizi aldığımızda İstanbul Siyasal’da öğrenci idim. Israrım üzerine tekneye “liberte” ismini verdik. Bunda Siyasal Düşünceler Tarihi derslerinin etkisi olmalı. Hocamın Murat Sarıca olduğunu belirteyim bu arada. Yazının şablonunu ben yapmıştım. Kartondan. Bu isim küçük bir balıkçı teknesi için abartılıydı aslında. Ama ben öyle olsun istemiştim.
Babam rahmetli emeklilik hayatını köy önlerinde (İskele civarı), akıntısı hiç eksik olmayan Kırmızı Yalı açığında (Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı) ve sarayın önünde (Küçüksu Kasrı) kendi ifadesiyle “eğlenerek” geçirdi. Bu eğlence izmarit ve istavrit avı demekti.
Sonra hepimizi derinden üzen bir hastalığa tutuldu babam. Hayatının sonuna kadar hep yanında olduk. Ama bu zor süreçte tekne ihmal edildi. Bakımsız kaldı. Motorunu söküp eve getirdik.
GÖKSU DERESİ ÜZERİNDEKİ KÖPRÜLER NE ZAMAN YAPILDI?
Günümüzde Göksu Deresinin üzerinde iki köprü vardır. Erken cumhuriyet döneminde yapılmışlardır. Bu civardaki üçüncü köprü Küçüksu üzerindedir. Köprülerin üzerinde inşa tarihleri vardır.
Osmanlı devri resimlerinde köprülerin ahşaptan olduğu görülür. Cumhuriyetin kısıtlı imkanlarını bütün kamu binalarında, hastane ve okullarda hisseder, görürsünüz. Cumhuriyetin gururunu da.
Anadolu ve Rumeli yakasında 30’lara kadar bir sahil yolu yoktu. Ulaşım denizden sağlanırdı. Örneğin Kandilli’den Küçüksu’ya karadan geçmek mümkün değildi. Nedeni Kont Ostrorog Yalısı, Kıbrıslılar Yalısı ve Cemile Sultan Sahil Sarayının arkasındaki ormanlık alanlar bu mülklere dahildi. Özetle yol yoktu. Yolu “Cumhuriyet Hükümeti” yaptı.
30’larda yapılan bu yol Anadoluhisarı’nın içinden geçer. Önceki devirlerden kalma geçiş güzergahı kullanılmıştır. Şöyle sözler duyarsınız. Ecdad yadigarı kale Tek Parti devrinde yıkıldı. Yol yapıldı. Oysa ki bu doğru değildir. Küçüksu Camii ve Toplarönü namazgahına dair çarpıtılmış hikayeler de vardır. Şimdi o bahse girmeyeyim. Sonra yazarım.
Bu iddiaları resim ve gravürleri karşılaştırarak inceledim. En eski resim ve gravürlerde bile ahşap köprü kaleyi delerek iskelenin arkasından çıkıyordu.
Bir de Elisa Zonaro’nun II. Abdülhamit devrinde çektiği resimlerde bir üçüncü çıkış kapısı vardır. Bu da Kızıl Serçe Sokağı yönündedir. Kalenin içinde evler, dükkanlar ve yol olduğu görülür. Cumhuriyet yolu genişletmiş, betonarme köprüyü yeni açılan sahil yoluna bağlamıştır.
Fetihten sonra hisarlar işlevini kaybettikleri için içleri iskan edilmiştir. XX. yüzyılın başında her iki hisar da bakımsızlık yüzünden neredeyse harabeye dönmüş durumdaydı.
Cumhuriyet idaresi asırlarca kendi haline bırakılmış Hisar’ın içinden bir yol geçirdi. Betonarme bir Köprü yaptı. Köprü bugünkü köprüdür. Üzerinden Dere Kahvesinde film çekmekte olan Cüneyt Arkın’ı seyretmeye gittiğim köprüdür bu köprü. (1960’ların sonu)
Yol Hisar iskelesine çıkar. İskele meydanında bir camii vardı. Eski resimlerde minaresi farkedilir. İskelenin hemen arkasında. Cumhuriyet yolu geçirirken camiyi birkaç yüz metre ileriye taşıdı. Adı Fatih Camii’dir. Aslında Sultan Hamit devrinde tadil edilmişti. Bugün yolun sağındaki camii nakledilen bu camidir.
Benzer olaylar 1950’lerdeki imar hareketleri sırasında da oldu. Menderes İstanbul’un bir ortaçağ kentine benzediğini düşünüyordu. Kısmen haklıydı da. Proust planını kendine göre tashih ederek uyguladı. Yüzlerce mescit, türbe yıkıldı. Sur içi İstanbul dümdüz edildi. Karaköy’deki ahşap cami dahil. Hiçbiri nakledilmedi. Tarihe karıştı. Bunlardan hiç söz edilmez.
DERENİN İLERİ KISIMLARINDA BAŞKA NELER VARDIR?
Halat Fabrikasının bittiği yerde Göksu üzerinde ikinci bir köprü daha vardır. İnşa tekniği kalenin yanındaki ile aynıdır.1920’lerin başına tarihlenen resimlerde burada bir ahşap köprü olduğu görülür. Resimlerin arkasından Peksimetçi Salih Efendi Mescidi görünür. Burası Yenimahalledir. Muhacir ve mübadil ailelerin yaşadığı bir yerdir. Burada yerleşimin 1877 Osmanlı-Rus savaşı muhacirlerine kadar gittiğini sanıyorum.
İlkokula giderken dikkatimi çeken bir bina vardı. Köprünün hemen arkasında. Önceleri metruk bir bina idi. İlerdeki çayır Baruthane adıyla anıldığından buranın eski bir baruthane olduğunu, sonra Haydarpaşa gibi büyük bir infılak geçirdiğini düşünürdüm. Binanın sadece iskeleti vardı. Başına büyük bir felaket gelmiş olmalı diye hayal ederdim. Sağlam bir şekilde inşa edildiği bakiyesinden bile belliydi.
Daha sonra bina büyük bir tadilat geçirerek Kuran kursuna çevrildi. Annem beni birkaç yaz bu kursa göndermişti. Osmanlıcayı “Kurana........
© 12punto
