menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Yıldızları Michelin Değil Ben Veriyorum

18 0
07.07.2025

Geçenlerde merak edip saydım; bugüne dek 153 ülke gezmişim. Yaşam, benim için bir seyahat. Çoğunlukla resmi görevlerle, iş müzakereleri için; giderek artan ölçüde ise konferanslar ve keyif amacıyla… Gittiğim yerlerde müzelerden ya da anıtlardan çok, insanlar, kokular ve tatlar ilgimi çeker. Yani burnumun götürdüğü yere giderim.

Seyahatlerimden bana en çok ne kaldı diye sorarsanız, cevabım genellikle yemekler, paylaşılan sofralar ve o sofraların etrafındaki muhabbetler olur. Kendisi de gastronomi ve seyahat yazarı olan eşim Aynur, şehirleri haritayla değil, yemeklerle bulduğumu söyler — haksız da sayılmaz.

İlk yurt dışı seyahatimi 24 yaşımda Interrail’le yaptım; bir yandan London School of Economics’te yüksek lisans okurken, diğer yandan akşamları ve hafta sonları Marks and Spencer’da yarı zamanlı çalışarak kazandığım birikimle. Londra’dan Brüksel’e, oradan Strasbourg, Paris, Marsilya, Nice, Venedik, Belgrad, Sofya ve İstanbul’a; ardından alternatif bir yoldan tekrar Londra’ya dönüş…

Elimde yıpranmış bir sırt çantası, annemin hediyesi fotoğraf makinesi, cebimde birkaç bozukluk, içimde ise sonsuz bir özgürlük duygusu… Paris’te Eyfel Kulesi’nin karşısında, Seine kıyısında oturup bir süpermarketten aldığım bagetle yaptığım peynirli sandviçi yemiştim. Güneş batarken, etrafta fotoğraf çeken Japon turistler, yanımda gitar çalan bir Fransız genç… O sandviçin bana verdiği duyguyu, damak hatırasını, yıllar sonra dünyanın en sofistike restoranlarında bile bulamadım.

O an yemeğin ruhunu keşfettim: Özgürlük ve bağ.

Sonraki yıllarda Asya’dan Amerika’ya, Afrika’dan Latin Amerika’ya hemen her yere gittim. Tokyo’da bir sushinin sadeliğiyle büyülendim, Şili’de limonla marine edilmiş ceviche’nin ferahlığında kayboldum, Fas’ta tagine’in baharatlarında çocukluğumun anne mutfağını aradım.

Yıllar içinde kimsenin adını anmadığı, Michelin rehberlerinde yer almayan, Instagram fenomeni olmamış restoranları, şarap mahzenlerini ve pazarları keşfetmeyi kendime alışkanlık edindim. Bu yerlerde yemekleri genellikle kadınlar yapar — hep elleriyle, yürekleriyle, ustalıkla. Ne “fine dining” bilirler, ne “şef tabağı.” Umurlarında da değildir. Açıkçası benim de değil.

Elbette, zamanla daha imkânlı hale geldikçe, meraktan Michelin yıldızlı restoranları da denedim. Londra’da Nobu, Roma’da La Pergola, Monte Carlo’da Alain Ducasse… Nice’te, denizin üstündeki Le Plongeoir’de o meşhur ahtapotu da yedim. İyi miydi? Elbette. Ama aklımda kalanlar onlar olmadı.

Yüzlerce şehir, binlerce sokak, on binlerce insan ve sayısız masa başı sohbeti birikti hafızamda. Ama inanın, hiçbir saray, kule ya da prestijli buluşma, bir köy sofrasında tattığım o sıcaklık kadar iz bırakmadı bende.

Yemek bana göre yalnızca karın doyurmak değil. Yemeği hazırlayanın kim olduğunu, ne hissettiğini, nelerle uğraştığını, hangi topraktan........

© 10 Haber