19. yüzyıldan kalma Abdülhamid’in bakış açısıyla 21. yüzyılın sorununu çözebilir miyiz?
Pazar günleri siyaset hakkında yazmak istemiyorum ama bugün kaçarım yok.
Bir ideoloji olarak milliyetçilik, sanıyoruz ki tarihin başından beri var ama bu doğru değil. Milliyetçilik, siyaset literatürüne Fransız Devrimi ve Aydınlanma düşüncesinin bir unsuru olan “milletlerin kendi kaderini tayin hakkı” ve “milli egemenlik” kavramlarıyla birlikte girmiş bir şey.
O güne kadar egemenlik, basitçe kralın egemenliğiydi ve kral egemen olma meşruiyetini doğrudan tanrıdan aldığını iddia ederdi.
Tanrı ve onun bir aileye bahşettiği egemenlik fikri ortadan kalkınca egemenliğin meşru kaynağı sorgulandı. Bu sorguyu ilk yapan Thomas Hobbes adlı bir İngilizdi. Onun meşhur kitabı Leviathan, kralın egemenliğinin ulusun ortak rızasına dayalı olması gerektiğini söylüyordu.
Onu Fransız düşünür Jean Jacques Rousseau izledi. Meşhur “Toplum Sözleşmesi” adından da anlaşılacağı gibi ulusun rızasını egemenliğin meşruiyetinin yegane kaynağı olarak görüyordu.
Peki tamam da “ulus” kimdi, kimlerden oluşuyordu? Bu konu o gün bugün tartışmalı. ‘Ulus’u bir araya getiren ve bir arada tutan tutkalın etnik aidiyet mi, kültür mü, din mi, dil mi, yoksa başka bir şey mi olduğu konusundaki tartışmaların hiçbirimiz yabancısı değiliz.
Bu tutkalın etnik olduğunu söyleyen görüş en kolay yayılanı oldu. Bizim kendimize özgü tarihimiz açısından anlatmaya çalışayım: Osmanlı, etnik ve dini milliyetçilikle ilk olarak kendi içindeki gayrı müslümler aracılığıyla tanıştı. Sırp milliyetçileri, Yunan milliyetçileri, Bulgar milliyetçileri, Arnavut milliyetçileri derken sıra en son iki gruba geldi: Ermeniler ve Kürtler.
Osmanlı Sultanları açısından 19. yüzyıl bu milliyetçiliklerin ciddi tehdit olduğu ve ona karşı panzehirin arandığı uzun yıllar oldu.
Tabii elinizde devlet kuvveti olunca o panzehirlerin en kolay akla geleni yumruğunuzu kullanmak. Savaşlar yaşandı. Önce Sırplar ve Yunanlılar gitti. Bu gidiş Avrupa güçleri ve Rusya tarafından baskıyla ve savaşla yapılınca anti-batı ve daha önemlisi anti-hristiyan bir duyarlık oluştu.
Sultan 2. Abdülhamid, “Hamidiye Alayları” ile ermeni milliyetçiliğini kanla bastırmıştı. Ona Kürtler “Bade Kurda” yani ‘Kürtlerin babası’ diyorlar, çünkü bu sayede Kürt ulusal bilincinin ilk nüveleri ortaya çıktı.
Sultan 2. Abdülhamid, (‘ulus’ demiyordu elbette) ‘tebaa’sını bir arada tutacak tutkal olarak İslamı gördü ve bir anlamda siyasal islam ile müslüman enternasyonalizmi anlamına “ümmet”çiliği çözüm olarak icat etti ve uyguladı.
Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’da yaygınlaşmaya başlayan Ermeni milliyetçiliğine karşı Kürt aşiretlerden oluşan “Hamidiye Alayları” kuruldu. Bu Kürt alaylar, 19. yüzyıl sonlarında Ermeniler üzerinde ciddi terör uyguladı, ciddi katliamlar yaptı.
Ama paradoksa bakın ki, Abdülhamid’in bu uygulaması bir ‘Kürt milliyetçiliği’nin doğmasına da neden oldu. O zamana kadar dağlı bir topluluk olarak küçümsenen Kürtler içinde modern anlamda “Kürtlük bilinci”nin doğumu 19. yüzyılın sonlarına denk gelir.
O Kürtleri temsil etme iddiasındaki birileri önce Sevres sırasında, sonra Lozan’da, ‘Kendi kaderini tayin hakkı’ bağlamında Osmanlı’dan kopmak, kendi ulusal egemenliklerine sahip olmak istediler. Ama o zamanlar dünyanın gözünde “Kürtler” diye bir millet yoktu.
Kürtler ile Türklerin din bağı etnik bağdan daha kuvvetliydi; ayrıca Kürtler ile Araplar arasındaki derin anlaşmazlık da onları Osmanlı’ya itiyordu; dolayısıyla ortada gerçek ve halka dayalı bir Kürt milliyetçisi siyasi akım o vakitler yoktu.
100 yıl önceden bugüne hızla atlıyorum. Şunu rahatlıkla iddia edebilirim: Modern anlamıyla bir ‘Kürt ulusal bilinci’ni ortaya çıkaran insan Abdullah Öcalan’dır.
Evet, geç kalmış bir milliyetçiliktir Kürtlerin milliyetçiliği ama bugün baktığınızda mitolojisinden........
© 10 Haber
