menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

“Empatinin ölümü” ve acımasız politika

11 8
08.06.2025

Geçtiğimiz hafta, bir süredir ortalıkta olmayan, Yeni Zelanda’nın eski Başbakanı Jacinda Ardern, birdenbire dünyanın gündemine düştü. Hani şu, birinci pandemi döneminde hızlı bir şekilde ülkesini turizme ve iş seyahatlerine kapatarak, tüm dünya evlerinden çıkamazken, Yeni Zelandalılar’ın özgürce “partilemesini” sağlayan kadın başbakan… Hani, göçmen karşıtı, ırkçı, beyaz bir Avustralyalı’nın Cuma namazında, Christchurch’te önce bir camiye, sonra bir İslam merkezine girip 51 kişiyi öldürmesinin ardından, başına bir örtü örtüp, kurbanların ailelerinin acılarını, onlara göz yaşları içinde sarılarak paylaşmaya çalışan Jacinda…

Jacinda Ardern, Yeni Zelanda İşçi Partisi Ekim 2017 seçimlerinde ikinci parti olduğunda, partinin liderliğini daha yeni almıştı. Birinci parti olan Ulusal Parti, tek başına hükümet kuracak çoğunluğu sağlayamayınca Yeşiller’in dışarıdan desteğini alıp “New Zealand First” ile koalisyon ortaklığı kurarak 37 yaşında başbakan olmuştu. Başbakanlığı aldıktan 3 ay kadar sonra hamile olduğunu açıkladı.

Çok farklı, dünyanın pek görmediği bir politikacıydı Ardern. Açık sözlü, genç bir kadın; nazik, yüksek empati sahibi, şefkatli bir politikacı; kararlı ve gerektiğinde sert olabilen bir liderdi. Dünyada, politikayla ilgilenen ve ona bakıp da “keşke bizimki de…” demeyen pek az insan vardı herhalde…

Çok zor bir başbakanlık dönemi geçirmişti. Ekim 2017’deki seçimlerden önce hamile olduğunu öğrenmiş, ama yoluna devam etmişti. Henüz evli değildi. Haziran 2018’deki doğumdan sonra sadece 6 hafta annelik izni kullanmıştı. Hem hamileliği sırasında hem de bebeği doğduktan sonra, uluslararası resmi ziyaretler de dahil olmak üzere, görevini, aksatmadan (ve bebeğini yanından ayırmadan) sürdürmüştü. Ardern, “feminist kahraman” diye nitelediği (görevi bıraktıktan sonra evlendiği) partneri Clarke Gayford’un bu hayatı mümkün kıldığını söylüyordu.

Doğumdan 9 ay kadar sonra, Mart 2019’da, 51 kişinin öldüğü Christchurch saldırısı gerçekleşmişti. Ardern, saldırının kurbanlarıyla ilgili olarak şu sözleri sarf etmesiyle dünyanın dikkatini çekmişti: “Bu silahlı saldırıdan doğrudan etkilenenlerin birçoğu, Yeni Zelanda’ya göçmen olarak gelmiş olanlar olabilir. Hatta burada sığınmacı olabilirler. Onlar Yeni Zelanda’yı yeni evleri olarak seçmişler. Ve (evet) burası onların evidir.”

Saldırıdan sonra Trump Ardern’i telefonla aramış. Bir süre “teröriste” ne olacağını tartışmışlar, Trump adeta “terörist” kelimesinin kullanılmasını uygun bulmadığını ima eder gibi konuşmuş; Ardern ise, “Evet, kasıtlı olarak müslüman toplulukları hedef almış bir beyaz Avustralyalı’dan söz ediyoruz. Bunun adı budur,” demiş. “Amerika sizin için ne yapabilir,” diye soran Trump’a verdiği cevap ise daha ilginç: “Tüm müslüman topluluklara sevgi ve sempati gösterebilirsiniz.”

Ardern’in tavrı kutuplaşma politikasının tam tersi yöndeydi. Her ikisi de 2017’de göreve gelmişti ama Ardern, Trump’ın antitezi, adeta panzehiri gibiydi. Saldırı için Yeni Zelanda’nın seçilmiş olmasını şöyle yorumluyordu: “(Terörist) bizi seçti, çünkü, biz bütün inançlardan insanlara kucağımızı açmıştık. Bunu tahrip etmek istedi.”

Ardern, saldırıdan 10 gün sonra askeri amaçlı silahları yasaklayan bir yasa çıkardı. İki ay sonra Fransa Başkanı Emmanuel Macron ile eş başkanlığını yürüttüğü dünya liderlerinin ve teknoloji şirketlerinin CEO’larının katıldığı bir zirvede “terör ve şiddet yanlısı çevrimiçi içeriklerin kaldırılmasını” taahhüt eden bir anlaşmayı dünyanın gündemine getirdi. Bugün bu anlaşmanın altında 130 liderin ve teknoloji CEO’sunun imzası var.

Jacinda Ardern’in........

© 10 Haber