menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Şeriat Üzerine

17 1
19.04.2024

Tanım

Kur’an doğrudan tabiatın içinden bir kelimeyi alarak Şeriat için isim yapmıştır. Lügat alimi İsmail b. Hammad el-Cevherî (ö.400), şeriatı “Allah’ın kulları için dinde şeriat yani sünnet kıldığı şeydir” diye tanımlamaktadır.[1] Şeriatla sünnet kelimelerinin yakın anlamda kullanıldığı bir hadis de bulunmaktadır.[2] Muhammed b. Ahmed el-Ezherî (ö.370) ‘şra’ maddesinde şu açıklamaları yapmaktadır: ‘eş-Şer’u’, apaçık olan yolu takip etmektir. Şir’a ve şer’ (eş-şer’u) kelimeleri dindeki ilahi yol için istiare edilmiş olup yol, yolun başlangıcı demektir. Allah’ın kullara emrettiği namaz, oruç, nikah, hac vs. şeriat olarak isimlendirilir.[3] Eş-Şâriu, bütün insan toplumunun (âmme) gelip gittiği, en büyük yoldur.[4] Mısırlı dil bilgini İbni Manzûr’un (ö.711/1311) verdiği bilgiler biraz daha detaylıdır: Arap dilinde şeriat, suya götüren yol demektir. İnsanlar su için gidip gele gele orayı iyice belirgin hale getirirler ve su içmesi gereken kişiyi suya ileten bir yol olur. İnsanlar o sudan içerler. Suya ulaştıran yolu (evcil) hayvanların belirgin hale getirdikleri, yol yaptıkları da olur. Hayvanlar da suya gelirler ve sudan içerler. Şu var ki Arap ancak, kesintisiz ve durmadan akan suya ‘şeriat’ der. ‘Şeriat’ isminin verilebilmesi için suyun kesintisiz akması gerekir. Bir de suyun açıkta, herkesin görüp bildiği bir akarsu olması gerekir. İp sarkıtarak, kuyudan kovayla çekilen suya Arap şeriat demez. Gökten yağan yağmurlardan birikmiş su, ancak yere yatarak (ağzını suya uzatarak) içilebilir. İnsanların sahip oldukları develer bu sudan içebilirler ama bu tarz içmek insana uygun değildir.[5] Râğıb el-İsfahânî de şunu eklemektedir: “Şeriat/Din yoluna girenler doya doya kanarlar ve pâk olurlar. Kanmaktan kastedilen, kimi hükemânın şu söyledikleridir: Su içerdim fakat kanmazdım, Yüce Allah’ı tanıdığımda ise su içmeden de kandım.”

Terim olarak şeriat “açık ve doğru kurallar, yerleşik davranış biçimi (âdet)”, “bir semavî dine dayanan hükümler bütünü”, “İslâmî değerler bütünü”, “bireysel ve toplumsal hayatı düzenleyici din esaslı kurallar” veya “bu nitelikte kural koymak” diye tanımlanmıştır. “Şârî” şeriat/hüküm koyucu demektir. “Allah’tan başka hüküm koyucu yoktur” ilkesi gereğince şârî yalnızca Allah’tır. Allah’ın mutlak “şeriat koyucu” olduğuna bütün Kur’an ve hatta Rasûlullah’ın sünneti şahittir. Mütercim Asım Efendi (ö.1819) şeriatı Osmanlı Türkçesiyle şu şekilde tanımlamaktadır: “Hak celle ve alâ hazretlerinin ibâdına vaz ve ta’yîn eylediği dîn ve âyîne denir, tâ ki ona sülûk eyleyeler.”[6]

Allah Dinden Şeriat Kılmıştır

Kur’an’da şeriat kelimesi, her biri ‘şra’ fiilinin farklı bir türevi ve ikisinde fiil, üçünde isim halinde olmak üzere sadece beş ayette zikredilmektedir. Şûrâ suresinin 13 ve 21. ayetlerinde şerea-şeraû, Maide, 48’de şir’a, Câsiye, 18’de şeriat, A’raf, 163’te şurra’an şeklinde geçmektedir. İlk dört ayette ‘şra’dan türemiş kelimeler “bireysel ve toplumsal hayatı düzenleyici din esaslı kurallar” anlamını ifade etmektedir. Dar anlamda şeriat “ameli hükümler bütünü”, geniş anlamda şeriat ise “Allah tarafından insanlar için din olarak öngörülen hükümler bütünü” olarak tanımlanmıştır.[7]

Din-şeriat ilişkisi en kapsamlı şekilde Şûrâ suresinin 13. ayetinde açıklanmaktadır:

“Dini dimdik ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye Nuh’a emrettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimizi Allah size şeriat (yasa/din) kıldı. Fakat kendilerini çağırdığın bu din müşriklere ağır geldi. Ama Allah dilediğini kendine seçer ve Kendine yöneleni hidayete erdirir.” (Şûrâ, 13).

Allah Din’den Nuh’a tavsiye (emr)ettiğini, Muhammed (as)’a vahyettiğini, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye (emr)etiğini biz Müslümanlar için de şeriat yapmıştır. Bu ayete göre Allah Din’den bir şeriat kılmış ve onu bütün nebilere göndermiştir. Kur’an’a baktığımızda Nuh (as) nebîlerin başı, Muhammed (as) da sonudur. Her ikisi arasında gelmiş bütün elçilere hep aynı Din’den şeriat gönderilmiştir. Musa (as) ehli kitaptan Yahudilerin, İsa da Hristiyanların nebisidir. İbrahim (as) ise Yahudilerin ve Hristiyanların kendilerini nispet ederek muharref geleneklerine, şirkle karıştırdıkları din anlayışlarına meşruiyet (şer’îlik) kazandırmak istedikleri bir Nebî’dir. Sadece Muhammed (as)’ın ve Kur’an’ın İbrahim’i sahiplenmesi doğrudur ve hakkın ta kendisidir. Böylece Allah, bütün nebî/rasûllerin dinlerinin birliğini, şeriat denilen hukuk sistemi ve ahkamda ise, Din’in özüne ait olmayan bazı farklılıklar olabileceğini ifade etmiş bulunmaktadır. Bu farklılık da Kur’an’la son bulmuştur çünkü Kur’an son kitap, Muhammed (as) da son nebî/rasûldür. “Artık Din de Şeriat da Kur’an’dır” demek doğru bir ifadedir. Kur’an hem Yahudilik ve Hristiyanlığı hem de beşeriyete kurtuluş reçetesi gibi sunulan bütün düşünce ve öğretileri neshetmiş bulunmaktadır. Muhammed (as)’a Din’den bir şeriat yapılmıştır ve ona vahyedilen bu şeriat, Allah’ın Nuh’a, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye (emr)ettiklerinin aynısıdır.

Din tektir: Allah katında din tekdir, o da İslam’dır.[8] Bütün nebîlere hep aynı din gelmiş, aynı dini tebliğ etmişlerdir. O sebeple Allah’ın elçileri arasında herhangi bir ayrım yapmak abestir. Ayette din kelimesi harfi tarifli olarak ‘ed-Dîn’ şeklinde kullanılmıştır.

Burada dini nasıl tanımladığımız önemlidir. Mevdudî dini, “Bir kimseyi otorite kabul etmek suretiyle, onun yol göstericiliğine uymak ve böylece onun emirlerine tabi olmak” şeklinde tanımlamaktadır.[9] Her kim Allah’ı otorite kabul eder, sadece O’nun yol göstericiliğine uyar, O’nun emirlerine tabi olursa, o kişi Allah’ın dinini din edinmiş olur. Her kim de başka bir beşerin, bir liderin, önderin, devrimcinin vb. yol göstericiliğine tabi olur, onu otorite kabul ederse, onu ilah edinmiş, onun önerilerini de din edinmiş olur.

Nuh’a, İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya şeriat kılınan, Muhammed ümmetine de şeriat kılınmıştır: Allah diyor ki, ey Muhammed, sana ve Nuh’a, asılda aynı olan, şeriatların muhtelif olmadığı tek bir dini emrettik. Tevhid akidesi, namaz, oruç, zekât, hac, Allah’a salih amellerle yakınlaşmak, doğruluk, ahde vefa, emaneti sahibine vermek, sıla-i rahim; küfrün, adam öldürmenin, zinanın, yaratılmışlara eziyet etmenin haram olması vd. İşte bunların tamamı o bir tek dine ve birlik halindeki millete ait şeriat (yasa)dır. Bunlar, sayıları ne kadar az ya da çok olursa olsun, nebîden nebîye değişmeyen hükümlerdir. İşte Allah’ın, “Din’i ikame edin ve onda ayrılığa düşmeyin emrinin anlamı budur.[10]

Dini ikame edin, onda ayrılığa düşmeyin: Ayetten (Şûrâ, 13) Muhammed (as)’a vahyedilen şeriatın özü ve özetinin bu olduğunu öğreniyoruz. Bu öz icabı Allah Din’de tefrikaya düşülmesini istememekte, bu sebeple uyarmaktadır. Zira din zaten tefrikayı bitirmek için vardır. Bizden istenen tefrika değil, dini hâkim kılmamızdır. Allah’ın bütün nebîlere gönderdiği tek din olan İslam’ı ikame etmek, öncelikle tevhid akidesini hâkim kılmak, sonra da İslam’ı amel, muamelat, hükümler ve ahlak olarak yaşam haline getirmektir. Dinin ikamesi en başta Allah’a, rasûllerine, kitaplara ve ceza gününe iman etmek, Allah’a ve Rasûlüne itaat etmekle olur. İslam’ı ikame etmek, yeryüzünde A’dan Z’ye bütün gereklilikleriyle İslam binasını kurmak, İslam’ın dışındaki düşünce sistemleriyle uzlaşmamak, bilakis onlarla mücadele etmekle olur. Dini ikame etmek süreklilik, kesintisiz olmak ve istikrar ister.[11] Ebu’l-Âlâ Mevdudî’nin (ö.1979) şu sözleri ‘isikrar’a dairdir: “Daha önce gelen Peygamberler nasıl yeni bir dini tebliğ etmemişlerse, Hz. Muhammed de (sa) önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri aynı dini şimdi sizlere tebliğ etmektedir.”[12]

Din/şeriat bilfiil uygulanmadan dinin ikame edildiğinden bahsedilemez. Din hükmedilen değil, hükmeden, mahkûm değil, hâkim olmuşsa, ikame edilmiş demektir. Bir toplum inançta İslam, yaşamda seküler ise, din fasıklığa ve münafıklığa alet edilmiş demektir. Halbuki hak gelmiş, bâtıl zail olmuştur. İslam gelmiş, İslam’ın dışındaki bütün ‘din’ ve düşünceler, felsefi görüşler bâtıl olmuş, geçerliliğini yitirmiştir. Müslümanlar olarak (ferdi planda) dine göre yaşamamız, başkalarına da dinin iyi olduğunu söylemekle yetinmemiz ‘dinin ikamesi’ değildir.[13] Dini ikame etmekten bahsetmek için toplumda modacıların, bankerlerin, dansözlerin değil, Allah’ın sözünün geçmesi gerekir.

Dini ikame etmek namaz kılmak değil, namazı toplumun yaşam tarzı haline getirmektir; oruç tutmak değil, orucu hak ettiği saygınlığına kavuşturmaktır; örtünmek değil, örtüyü toplumun en büyük değerlerinden biri yapmaktır; faiz yememek değil, faizi haram bilen, alın terinden başka gelirlere gözünü dikmeyen bir toplum ve yönetim oluşturmaktır; marufu işlemek, münkerden uzak durmak değil, marufun emredildiği, münkerin yasaklandığı bir ülke inşa etmektir. Kısacası İslam ne zaman toplumun ve devletin dini yapılırsa, din o gün ikame edilmiş olacaktır.

Bir toplumun din olarak İslam’ı seçtiği ve ondan razı olduğu, toplumun bütün değerlerinin İslam’a dayanmasından anlaşılır. İyinin ve kötünün, faydalının ve zararlının belirleyicisi İslam’dır. Hayatı helal ve haram, günah ve sevap gibi kategorilere ayırmak sadece İslam’a özgüdür. Din’in ikame edildiği bir toplumda hayat bu kavramlara göre şekillenir. Haram-helal, günah-sevap, farz, mubah, mendup, mekruh ölçülerine göre şekillenmiş bir toplum İslam toplumudur, darul İslam’dır. İslam toplumunda mesela İsrail ürünlerini boykot etmek gibi ‘arızî’ bir durum yaşanmaz. Çünkü Yahudilerin ürünlerini sadece İsrail Gazze’ye saldırınca boykot etmek saçmalıktır. İsrail’in Filistin’i işgali zaten Müslümanlara en büyük saldırıdır. İsrail kurulduğu günden beri Müslümanların darul harbidir. Ayrıca bir saldırısı bekleniyorsa, büyük oyunun tuzağına düşülmüş demektir. İsrail’le normalleşme yarışına giren sözde İslam ülkelerinin yöneticileri, çantalarında taşıdıkları İslam ümmetinin bütün izzet ve şerefini Siyonistlere peşkeş çekiyorlar demektir. Allah kafirleri, zalimleri, saldırgan İslam düşmanlarını veli edinmekten tüm müminleri mutlak surette menetmektedir. Müslümanların Müslümanlarla velayet, kafirlerle beraet ilişkileri vardır. (el-Velâ ve’l-berâ). İslam ümmetinin kimlerle hangi siyasi birlikleri kuracağı, hangi uluslararası pakta üye olup, hangisine olmayacağı, hangi devletle siyasi ilişkisinin ne düzeyde olacağının en temel belirleyicisi İslam’dır. İslam ülkesinin yeraltı ve yerüstü kaynakları İslam ümmetinin malıdır, kafirlere peşkeş çekilemez.

Müslümanlar olarak tarihte birebir örneği bulunmayan koşullarda yaşamaktayız. Toplumun şu veya bu şekilde İslam’la bir bağı olsa da siyasi sistem İslam’a kökten karşıdır. Eğer bazı tezahürlerini ‘İslam’ sanmak gibi bir cehalete düşmezsek, İslam’ın kamusal alandan mutlak surette tard edildiğini görürüz. Varlık sebebi bu ‘necip Millet’i yönetmek olan Devlet, İslam’a tam bir düşman muamelesi yapmaktadır. Yönetim tamamen veya kısmen dine dayandırılamamakta, dayandırılması teklif dahi edilememektedir. Bununla beraber devlet yönetiminin, İslam’ın siyasi taleplerinden bütünüyle vazgeçmiş, Allah’ın değil, toplumun ‘zinde güçlerini’ razı etmiş, kimlikleri de ‘muhafazakâr’ başlığıyla değişmiş kadrolara verilmesi halk kesiminde bir kafa karışıklığına sebebiyet vermektedir. Halbuki sorun çok basittir: Rejim kimsenin kendisini ele geçirmesine izin vermemekte, bilakis kendisi, onunla iş tutmaya yeltenen herkesi ele geçirmekte ve kendine benzetmektedir. Namaza kökten karşıt olarak kurgulanmış siyasal rejimi ‘namaz kılanların’ yönetmesi, din düşmanlığını din sanmamız içindir. Din insanlara hükmeder ama içinde yaşadığımız rejimde insanlar dine hükmetmektedirler. İslam insanın Allah’ın iradesine göre yaşama manzumesidir. İçinde yaşadığımız ülkede ise laik hayat tarzı -haşa- Allah’a da öğretilmek istenmektedir.[14] ‘Dindar’ kitlelerin boş vakitlerini abdest, namaz, teravih, bayram, kandil geceleri vb. etkinlikleriyle geçirmelerinde hiçbir sakınca bulunmamaktadır. Ezan 17 sene susturulduktan sonra muhafazakâr bir iktidar döneminde yeniden serbest bırakılmışa da o artık eski ‘ezan’ olmaktan çok uzaktır. Ezanın Müslümanları namaza........

© Venhar Haber


Get it on Google Play