menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Agota Kristof'un üçlemesi: Sürgün, nostalji ve yas

9 9
04.02.2024

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

04 Şubat 2024

- Kardeşim olduğunu sana kim söyledi?

- Kimse. Onunla konuştuğunu duydum. Onunla konuşuyorsun, hiçbir yerde ve her yerde o, demek ki ölmüş.

- Hayır ölmedi. Başka bir ülkeye gitti. Geri dönecek

... - Ölenler ile gidenler arasındaki tek fark bu, değil mi? Ölmeyenler geri döner.

Bir sürgün ile ilgili olarak dile getirilen "ölmeyenlerin geri döneceği" düşüncesi, yazar Agota Kristof'un üçlemesinde, ancak altı yaşlarındaki bir çocuğun ağzına yakıştırılan imkânsız bir düşüncedir.

Kendisi de bir sürgün olan Agota Kristof için, hâlbuki, sınır sadece bir kez aşılır. Ve bir kez aşılınca, sürgün artık "giden" ve "kalan" diye kalıcı olarak ikiye bölünür.

Sürgün hem giden, hem kalandır. Ve bu ikisinin zamanla birbirinden uzaklaşan eş zamanlı hayatı, birleşik bir anayurt fikrini ortadan kaldırır. Artık anayurt yoktur. Peki anayurt yoksa, "dönüş" yine de mümkün müdür?

Dönüşü mümkün olmayan bu gidişler Agota Kristof'un eserlerinde sürekli bir temadır. Ama bu tema, aynı zamanda yazarın kendi hayat hikâyesidir.

Macar asıllı yazar, Sovyetler'in 1956'da Macar Devrimi'ni bastırmasıyla, ailesiyle birlikte bir gecede siyasi sürgüne dönüşür. Kocası devrime katılanlardan biridir. Ve devrimin bastırılmasının ardından, tutuklanma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

Agota 21 yaşındadır. Kocası ve dört aylık bebeğiyle, mecburen ülkesini terk eder. Küçük bir mülteci grubuyla birlikte, sınırı yürüyerek geçerler. Avusturya'yı aşarlar. Ve sonunda İsviçre'nin -hakkında hiçbir şey bilmediği fakat ömrünün kalan 55 yılını geçireceği- bir şehrine, tamamen tesadüf eseri yerleşirler.

Dilini - Fransızca - bilmediği bu şehirde Kristof, kendisi gibi Macar sürgünlerle birlikte bir saat fabrikasında işe girer. Beş yıl boyunca çalıştığı bu fabrikada, çalışırken işçilerin birbirleri ile konuşmaları yasaktır. Gerçi makineler gürültülü, konuşmak zaten pek mümkün değildir. Sadece sigara molalarında, o da bir iki kelime etme şansları olur.

Fabrika dışında Kristof neredeyse dilsizdir. Dili öğrenmesi, bu nedenle yıllarını alır. Ancak beş yıl sonra Fransızcayı doğru düzgün konuşmaya başlar. Ama okuma ve yazması halen yoktur. Fransızca yazabilmek, 12 yılını alır.

Bu dildeki ilk yazı denemeleri, 14 yaşlarındayken yazdığı kendi Macarca şiirlerinin çevirileridir. Bu çevirilerde Kristof, 12 yaşındaki oğlunun Fransızca ev ödevlerinden yararlanır. Ve ancak bir çocuğun kuracağı düzeyde basit cümle yapıları kullanır.

Kristof, eserlerini Macarca yazmak istemez. Bunu da açıkça belirtir. Bunun dürüst bir nedeni, bu dilde yazılan eserlerin uluslararası tanınırlığa kolay erişemeyeceğidir. Ama daha önemlisi, geçmişte anadilinde yazdığı şiirleri fazla coşkulu ve duygusal bulmasıdır. Onun aradığı "daha kuru ve objektif" bir biçimdir.

Ama tıpkı herhangi bir anadil gibi, kendi anadili de bu "sınırlı" biçim için fazlasıyla zengindir. Anlatmak istediği bir renk için, örneğin, anadilinde aklına çok sayıda tarif gelir. Oysa anadilinde 'tavşankanı bir çay', yabancı bir dilde sadece 'çay'dır.

Yabancı bir dilde yazmak, bu anlamda, renk spektrumunu daralttığı gibi anlatılabilecek duyguları da azaltır. Ki bu da Kristof'un tam da ihtiyaç duyduğu türden bir "sınırlanmadır." Bu nedenle yazar, aradığı biçimi ancak yabancı bir dilin "sınırları" içinde bulur. Yabancı bir dilin soğukluğu içinde, süsleme ve metaforlardan arındırılmış, kelime kullanımında ekonomik ve gramer bakımından son derece basit bir anlatıma yönelir. Ve sonuçta, doğrudanlığıyla vurucu bir düzyazı tarzı geliştirir.

Dili tıpkı bir göçmenin veya bir sürgün/göçmen olarak kendisinin, yabancı bir ülkedeki hali gibidir. Yabancılaşma ve aidiyetsizlik nasıl sürgün ile yabancı ülke arasına bir mesafe koyarsa, Kristof'un dili de anlattığı hikâyeyle arasına aynı mesafeyi koyar.Yabancı bir ülkede etrafında olup bitenleri eşit uzaklıktan anlamaya çalışan bir sürgün gibi; bu dil de etrafına mesafeli, soğukkanlı ve duygusal bağlılıktan yoksundur.

Yazarın ilk ve en iyi bilinen eseri 'Büyük Defter'in bir bakıma sürgün hayatı yaşayan yedi-sekiz yaşlarındaki ikizlerinde, örneğin, dil ve sürgün ilişkisine dair bu eğilim özellikle belirgindir (1).

İkizler, savaş nedeniyle ailelerinden ayrılmış ve kendilerini birdenbire hayatın çok zor ve acımasız olduğu bir yerde bulmuşlardır. Fakat burada onları işittikleri küfür ve hakaretlerden çok, artık yanlarında olmayan annelerinin "Canlarım" gibi şefkatli sözcüklerini hatırlamak incitir.

Bununla yaşayamazlar. Ve sonunda, kendi aralarında bir alıştırmaya girişirler. Kendilerine bu ifadeleri yasaklamazlar. Fakat birbirlerine o kadar çok tekrar ederler ki ifadeler sonunda anlamlarını yitirir. "Canlarım" hâlâ duruyordur. Ama üzerindeki anne şefkati, artık kalkmıştır.

Tıpkı ikizlerin veya sürgünün yeni hayatında olduğu gibi, Kristof'un hikâyelerinde de "anne şefkatine" yer yoktur. Tasarlanmış bir etki midir bilinmez, fakat koruyucu bir şefkatin yokluğunda, eylemin soğukkanlı sonuçları kendiliğinden ön plana çıkar. Duygu yok değildir. Fakat kelimelerdense, duygu, olaylarda yüklüdür.

'Büyük Defter', 1986 yılında yayımlanır. 'Kanıt' (1988) ve 'Üçüncü Yalan' (1991) şeklinde devam eden üçlemenin ilk romanıdır. Ve yazarı uluslararası üne kavuşturan ilk eseridir. 35'ten fazla dile çevrilir ve prestijli edebiyat ödüllerine layık görülür.

Romanda yer ve insan isimlerine yer verilmez. Olayların hangi zamanda geçtiğine dair, sadece ipuçları vardır. Yaşanan bir savaş nedeniyle, tek yumurta ikizi iki erkek kardeş, anneleri tarafından, yaşadıkları Büyük Kasaba'dan alınıp, anneannelerinin yaşadığı ve sınıra yakın Küçük Kasaba'ya bırakılır.........

© T24


Get it on Google Play