Altı yüz yıllık saptırma, seksen yıllık yanılgı: Şeyh Bedreddin olayının içyüzü (5) | Börklüce'nin köylünün huzurunda söyledikleri Bedreddin'in kelamı mıydı?
Diğer
T24 Haftalık Yazarı
22 Şubat 2024
DÜNDEN DEVAM
Şeyh Bedreddin olayı hakkında Bilal Güneş'le yaptığımız söyleşinin dünkü 4. bölümünde Bedreddin olayının tarihsel bir gerçeklikten mitosa dönüşmesini ve nasıl dokunulmazlık kazandığını konuştuk. Bugünkü 5. ve son bölümde bu kez Bilal'e, Nâzım'ın destanındaki, "Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş / Aydın elinde Karaburun'da / Bedreddinin kelamını söylemiş / köylünün huzurunda" dizelerinde dile getirdiği gibi, Börklüce'nin Karaburun köylülerini ortaklaşmacı bir düzene davet ettiği konuşmaları Bedreddin adına mı yaptığına yönelik sorularım ve çok meşhur Varidat adlı broşür üzerine konuşmamızla söyleşimizi sonlandırıyoruz.
Bütün bunlardan yola çıkarak Börklüce olayının tam olarak ne olduğunu açıklayabiliyor muyuz, diye soruyorum Bilal'e. "Olayın tam olarak ne olduğunu, sanırım hiçbir zaman açıklayamayacağız" diyor, bunu da yeterli kaynak olmamasına bağlıyor. "Tarih metodolojisi açısından söylersek, elimizde birincil kaynak diyebileceğimiz hiçbir nesne bulunmuyor. Ne bir yargılama tutanağı ne bir ordu sefer emri ne bir vaka raporu ne de bir ferman. Ancak bazı karinelerden yola çıkarak bir tarih inşa edebiliyoruz. Almanların 19. yüzyıl tarihçilerinden, ekol oluşturmuş bir Leopold von Ranke'leri var; belgeye dayanmayan hiçbir olayı tarihin içine almaz. Kanıta dayalı tarih anlayışı yani. Aynı zamanımızın tıbbı gibi. Sırf hikaye ya da muayene ile değil, laboratuvar ve diğer görüntüleme yöntemleri desteğinde tanı konulması gibi. Öte yandan postmodernistlerimiz var. Bunlar da tarihin aslında koca bir hikayeden ibaret olduğunu, anlatılanların anlatıldığı gibi cereyan ettiğini nerden bilebildiğimizi sorar; öyle de olabilir, şöyle de olabilir, böyle olduğunu nereden biliyorsun? Bugün Mehmed Çelebi olan bitenden sorumlu tutulup yargılansa ve çıkıp dese 'nereden belli benim Karaburun'da katliam yaptığım, Manisa'da gariban torlakları katlettiğim, kim demiş Bedreddin'i ben astırdım?' diye, ilk celsede beraat eder. Çünkü elde hiç kanıt yok. Yarım yamalak, yalan yanlış anlatılmış hikaye kırıntıları var. Bunların arasından belli kriterlere dayalı bir tercih yaparak, olayı anlamaya çalışıyoruz. Bir de ayrıca, zamanın ikincil kaynaklarına bakıldığında, Börklüce Mustafa'nın mücadelesiyle aynı zamanda, taht iddiasıyla ortaya çıkan şehzadenin adının da Mustafa olması, bunun ayırdında olmayan kişiler tarafından yazılmış rapor, tutanak, risale, mektup, her ne varsa, bunların bazılarında iki Mustafa'nın aynılaştırıldığını görebiliyoruz. Bu işimizi zorlaştıran başka bir unsur. Mesela, Şehzade Mustafa'ya karşı yapılmış bir denizden çevirme harekatının, Börklüce Mustafa'ya karşı yapılmış olduğunu zannedebilen bir başkasının yazdığı esere, böyle geçebildiğini görüyoruz. Hele Michel Balivet'nin bir iddiası var ki, bütün tarihi tersyüz ediyor. Börklüce Mustafa'nın amacının, Şehzade Mustafa ile birlikte hareket eden eski İzmir Beyi Cüneyd'in İzmir'i tekrar ele geçirmesini sağlamak olabileceğini iddia ediyor. Dayanağı, iki olayın aynı zamanda cereyan etmesi."
Yani ikincil kaynaklardan ilerlediğimizde, Börklüce Mustafa'nın sıradan bir köylü olduğuna mı inanmamız gerekecek diye soruyorum Bilal'e. Bilal, Börklüce'nin, Dukas'ın dediği gibi 'sıradan bir köylü' olmadığını söylüyor, "Köprülüzade Ahmed Cemal'in yaptığı Franz Babinger çevirisinde, Almanca sözcük gewöhnlich'e karşılık olarak adi sözcüğü tercih edilmiş. Oysa bu sözcüğün akla gelebilecek ilk anlamı, basit ya da sıradan olmalıydı. Şerefeddin Efendi de Ahmed Cemal'i tekrar etmiştir. Kazaskerin kethüdası olmak, sıradan bir kişiye verilecek görev değil. En başta okuma yazma bilmesi gerek ki, o tarihte okuma yazma bilen birine alim deniyordu. Nitekim kurucu baba Osman'ın da okuma yazma bilmediğini ifade eden Tevarih-i Al-i Osman yazarları vardır. Bezmi Nusret Kaygusuz, daha önce bahsettiğimiz, 1957'de yayınladığı eserinde, Börklüce'nin Sivas egemeni Kadı Burhaneddin'in oğlu olduğunu ileri sürer. Bir süredir, Tasvîrü'l Kulûb adlı tasavvufi görüşler içeren bir kitabın yazarı olan Mustafa bin Burhan sözcüklerindeki Mustafa'nın Börklüce Mustafa, Burhan'ın ise Kadı Burhaneddin olduğunda ısrar eden görüşlere de rastlıyoruz, ama bu kitabı kesin bir şekilde Börklüce yazmıştır diyemeyiz. Ayrıca, Boşnak tarihçi Nedim Filipoviç'in yazdığı monografiye atıf yapan Alman Marksist tarihçi Ernst Werner'den öğrendiğimize göre, Orhan Gazi'nin büyük oğlu ve Tekirdağ fatihi Süleyman Paşa'nın, kırklarının başında genç yaşta ölümünden sonra, onun cariyelerinden birini Börklüce kendine eş olarak almıştır. Buradan da Mustafa'nın hanedan çevresindeki halkalardan birinde yer aldığını düşünebiliriz. Hanedan haremindeki kadınları sıradan insanların paylaştığını düşünmek, teselli edici bir fantezi olabilir ancak. Karaburun'da iki kere üzerlerine gelmiş Osmanlı ordusunu yenebilmiş, köylülere önderlik eden birinin, sıradan bir köylü olmayıp, en azından askerlik sanatını bildiğini de düşünmek gerek. Mağlup oldukları üçüncü ve son savaşın hayli çetin geçtiği ve her iki taraftan da çok adam öldüğü kroniklerde yazılıdır. Ayrıca, Bedreddin'in ortaklaşmacı bir düzen önerdiği, insanları eşit gördüğü ve önceki mutasavvıflarınkinden farklı bir tasavvuf eseri yazdığına, orijinal denilebilecek görüşler ortaya koyduğuna dair hiçbir iz yok."
"...
Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş
Aydın elinde Karaburun'da.
Bedreddinin kelamını söylemiş
köylünün huzurunda.
..."
Nâzım Hikmet, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı, 4, Bütün Şiirleri, YKY, s. 486
"O zaman, Börklüce'nin köylünün huzurunda ettiği laflar Bedreddin'in kelamı değil, kendisinin olsa gerek" diyorum Bilal'e. Ama tüm bunların Bedreddin'i küçümseme anlamına gelip gelmediğini de merak ediyorum.
"Varidat ne peki, o bir tasavvuf eseri değil mi?" diye soruyorum. "Değil" diyor Bilal hemen, "Yani orijinal görüşler ileri süren bir tasavvuf eseri değil. Ayrıca Bedreddin'i küçümsüyor değilim, onun büyük bir Sünni İslam fakihi olduğunu kabul eden ciddi isimler var. Benim bunun hilafına bir şey söylemem mümkün değil. Ben, Bedreddin'in tarihimizde yanlış yere konumlandırıldığını iddia ediyorum. Bedreddin'in durduğu yer, zannettiğimiz yer değil. Varidat'ı inceleyen uzmanlar, tek kişi tarafından kaleme alınmadığını tespit edebiliyorlar ve muhtemelen Bedreddin'i dinlemiş kişilerce kaleme alınmış olabileceğini ileri sürüyorlar. İkinci tespit, ifade edilen görüşler tutarlı değil, yani bütünlüklü bir teori değil. Bu nedenle varılan diğer bir sonuç, eserin dili, ne demek istediği anlaşılabilir değil. Parça parça değişik ifadelerden bir anlam bütünlüğüne varılamıyor. İçinde kısmen Vahdet-i Vücud nazariyesinden öğeler var. Bu nazariye aslında Bedreddin'e ait değil. Endülüslü bir Hristiyan olup sonradan ihtida eden ve İslam dünyasını dolaşmaya çıkan, bu arada Malatya ve Konya'ya da uğrayan; Malatya'da ölen arkadaşının dul karısını, Konya'da ise öğrencisi ve tasavvufi görüşlerinin taşıyıcısı Sadrettin Konevi'nin dul anasını kendine eş yapan, gezerken durakladığı iki Arap şehrinde daha birer eş alan, ortaya koyduğu görüşlerle İslam düşünürlerini ciddi şekilde ikiye bölmüş Muhyiddin İbnü'l Arabi'ye ait (Fazıl Say, bunun bir şiirini bestelemişti: İnsan, insan derler idi / insan nedir, şimdi bildim). Tasavvuftan söz açılmışken, bu konuda birkaç şey söylemek isterim. Tasavvufta şathiye diye bir terim var; kişinin trans halinde iken ağzından bilinçsizce dökülen laflar için söyleniyor. Aslında biz bu durum için, 'ağzından çıkanı kulağı duymuyor' deyimini kullanırız. El Arabi, ortaya attığı görüşlerin böyle ortaya çıktığını söylemiş. Çünkü ettiği lafların İslam'a aykırı olduğu suçlamasına karşı kendini böyle savunmuş: 'Bunlar benim sözlerim değil, bunları bana Allah söyletiyor' demiş."
"İslamiyet'te mezhepler dışında bir de tasavvuf denilen akımın fark edilişi, 8. yüzyılda başlıyor. Başka tartışmalar yanında Akıl-Nakil tartışmalarının öne çıktığı, iktidara yakın Nakilcilerin mevkileri kaptığı ve Akılcıların sesini kısmak için baskı altına aldığı meşhur Harun er-Reşid dönemimin hemen ardından, oğlu Memun'un (813-833) halife olmasıyla bu kez Akılcıların diğer tüm akımların üzerinde terörü başlıyor. İslamiyet'in bugünkü halinden çok farklı bir şekle dönüşebilmesinin yolunu açabileceğini düşündüğüm, Akılcılığı temsil eden Mutezile hareketi, bu koşullarda devlet şiddetini arkasına alarak, Akılcılığın tüm toplumda tepki görmesine neden oluyor ve oynayabileceği tarihsel rolü hasımlarına kaptırarak, bugün bütün dünyanın tartıştığı, 'İslam Alemi Batıya nazaran neden geri kaldı?' sorunsalının doğmasına neden oluyor. Nagihan Doğan, Abbasiler dönemini incelediği Dinin İktidarı İktidarın Dini adlı kitabının bir bölümünde, adına Mihne (işkenceli sorgu) denilen ve giderek 'Kur'an'ın mahluk (yaratılmış) olup olmadığı' tartışmasına indirgenen bu süreci ele almıştır. Bu süreçlerin en başında, bütün bu tartışmalardan muhtemelen sıtkı sıyrılmış bazı insanların ortaya çıktığını ve bütün bu akımların dışında yepyeni bir akımı başlattıklarını görüyoruz. Dünyanın maddi yaşamından uzaklaşarak, yalnızca Allah'a ulaşmaya çabalayan bu insanların tek derdi, Fenâfillâh, yani Allah'ta yok olma, O'nunla bütünleşme, böylece fani olma" şeklinde özetleyebileceğim bir amaca yöneliyorlar. Mezhep imamlarının ancak elitlerin anlayabileceği diline karşılık halkın dilini konuşan ve oldukça mütevazı, zahidane bir yaşam süren Sufiler, kısa zamanda mezhepleri gölgede bırakan bir yaygınlığa kavuşuyorlar. Tasavvuf dediğimiz akım, işte budur. Sünnilik başlarda Tasavvufa ve tarikatlarına şiddetle karşı çıkmışken, yayılması karşısında çaresiz kalınca o da sufi hırkasını sırtına giymiştir. Tasavvuf daha sonra bambaşka kollarda farklı renklerde çeşitlenirken, iş çığırından çıkmış ve Osmanlı'da........
© T24
visit website