Sebahat Tuncel: İmha 90’larda daha fizikiydi, şimdi siyaseten imha var
Diğer
07 Haziran 2024
Kürt siyasetinin tanınmış isimlerinden Sebahat Tuncel’le sekiz yıllık cezaevi sürecinden sonra ilk kez bir araya geldik. Açıkçası 10 yılı aşkın bir süredir Kürt meselesi üzerine çalışan biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, Tuncel hareketin içinde de her zaman farklı duruşu, sağlamlığı ve netliğiyle tanınan, sevilen bir siyasetçiydi. Kürt meselesi açısından 90’ları da teneffüs etmiş, o günün cezalandırma sistemlerinden nasibini almış, barış süreçlerine hem tanıklık etmiş hem dahil olmuş biri. Kürt meselesi ve devletin bu meseledeki duruşu konusunda da maalesef çok deneyimli.
Sekiz yıl çok uzun bir süre. Bu süre içinde birbirinden büyük olaylar yaşadık. Hâliyle ona sormak istediğim onlarca soru, görüşünü merak ettiğim sayısız konu vardı. Elbette hepsini aynı söyleşiye sığdıramadık.
Bunu bir başlangıç söyleşisi olarak kabul edin, sohbetimizi bugünü de anlamamıza yardımcı olacak belli başlı konular ekseninde sınırlı bırakmaya karar verdik. Zira sekiz yıllık bir hayattan kopuş, az buz bir zaman değil… Hâliyle Sebahat Tuncel de bir süre daha gözlem yapıp, dışarıda değişen dengelerin, değişen ‘muhalif çevre’nin, toplumda yaşanan çürüme, yozlaşma ve verdiği zararların tespiti için zamana ihtiyacı olduğu görüşündeydi. Bir süre sonra yeniden buluşmak üzere sözleşip ayrıldık.
- 1998 yılından beri aktif siyasetin içindesiniz. Geçmişle bugünü değerlendirdiğinizde nasıl bir sonuca ulaşıyorsunuz. En basitinden şu örnekten yola çıkalım; 2007’de cezaevindeydiniz ve vekil seçilerek tahliye oldunuz. Sekiz yıl önce ise adeta vekil olduğunuz için cezaevine kondunuz… Yıllar geçtikçe Kürtlerin demokratik siyaset hakkı ne düzeye geldi sizce?
Türkiye ikinci yüzyıla giriyor. Geride bıraktığımız 100 yıllık tarihe baktığınızda Türkiye’deki temel sorunun, bir türlü demokrasinin oturmamasının, hukuk düzeninin oturmamasının altında yatan şey Kürt meselesidir. Bunu ta II. Mahmut dönemine kadar götürebiliriz. Aslında Kürt sorununda merkezileşme politikası, II. Abdülhamit’in bunu devam ettiren politikaları Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte aslında Mustafa Kemal’in Kürtlerle bir ittifak kurması, 1921 Anayasası’na atıflar hep oradan yola çıkıyor. Kurucu bir anayasa ve Kürtlere muhtariyet sözü veriliyor ama 1924’le birlikte bu ortadan kalkıyor. 1925’te gizli bir plan olan Şark Islahat Planı ortaya koyuluyor. “İnkâr, imha ve asimilasyon” diye ifade ettiğimiz Kürtleri yok sayma, “Kürt yoktur kart kurt vardır” gibi sizin de bildiğiniz geleneksel hikâyeler ortaya atılıyor.
Şimdi bu sözler ortadan kalkmış görünüyor ama Kürtler yine yok sayılıyor. Kürtçe konuşmak Meclis’te mikrofon kapatılmasına sebep oluyor hâlâ. Kürtlerin değerlerini savunmak, ‘Kürdistan’ demek yasak. Bunları yaparsanız terörist oluyorsunuz. Özetle; imha 90’larda daha fizikiydi, yani şiddet vardı. Şimdi siyaseten imha var. Sana yaşam alanı tanımıyor, nefes alacak alan bırakmıyor. Gözaltına alıyor, tutukluyor, sürekli bir rehine politikasıyla sizi fiziken toplumsal denklemin dışına itmeye çalışıyor.
- Kürt meselesinde tarihler değişiyor yaklaşımlar değişmiyor diyorsunuz…
Elbette. Bakın 1925’teki gizlice yürütülen Şark Islahat Planı aslında başarısızlığa uğradı. Ama AKP 2014 yılında, yani tam da bir yandan çözüm sürecini yürütürken bir yandan da bu süreci çöktürme planı hazırlamış. İsmine de çöktürme planı demiş. Şimdi bu gizli plan devrededir hâlâ aslında. Bu gizli plan da Şark Islahat Planı’yla neredeyse aynıdır. Bunu yürütürken kurduğu ittifak güçleri, yani MHP ve Ergenekon dediğimiz derin devlet, ulusalcı kesim devleti kendinin gören paramiliter kaslarla kurduğu ilişki ikinci yüzyıla girerken yeniden Kürtsüz olmayı hedefliyor. Çünkü rejim krizinin onlar da farkında. Rejim yürümüyor. 2. Cumhuriyeti inşa ederken Türkiye muhafazakâr, sağ, dinci, milliyetçi, cinsiyetçi bir çizgide rejim inşası yapıyor. Aslında kavga da burada. Kürtler demokratik cumhuriyet öneriyor. “Bu rejim krizinden tek çıkış yolu demokratik cumhuriyettir” diyoruz. Bunun için farklılıkları tanıyacaksın, eşit yurttaşlık tanıyacaksın, bütün halkların kendisini özgürce ifade edebileceği demokratik hukuk düzenini sağlayacaksın, bunun da yolu barış ve müzakereden geçiyor. Ama AKP diyor ki, hayır ben tek adam rejimi olarak sembolize edilen bir hanedanlık rejimi inşa edeceğim. Bunu da etti zaten. Türkiye’deki rejim de aslında şu anda yasa dışıdır. Anayasası yoktur.
- Son günlerde AK Parti’nin dilinden düşmeyen ‘normalleşme-yumuşama’ meselesine de diyorsunuz?
Seçim sonrası yumuşama tartışmalarına CHP de normalleşme diyor ama ne kadar farkındalar bilmiyorum, AKP’nin seçimde aldığı yenilginin psikolojik çöküntüsünü atlatmak ve yeniden kendi ayaklarının üzerine kalkabilmek için fırsat verilmiş oluyor.
- AKP CHP’yi bir masaya oturtmaya çalışıyor ama ‘AKP’nin masalarına da güven olmaz’ düşüncesi de var…
Doğru. “Yenikapı ruhunu yeniden inşa etmek istiyoruz” diyor AKP. Yenikapı ruhu faşist bir ruhtur. Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu oyuna gelmemesi gerekiyor. Özgür Özel belki de Türkiye’de ki kutuplaşmayı, toplumdaki psikolojik havayı, umutsuz ruh hâlini yenmek için de “Bir normalleşmeye ihtiyaç var” demiş olabilir ama görmediği şey şu; AKP gibi uzun yıllardır iktidarda olan bir parti, devletin tüm olanakları da elinde, bunu tamamen kendi lehine kullanma çabasında. Dikkat ederseniz aslında bitmiş bir parti. Aslında böylesi büyük bir yenilgiden sonra gereken, hızla erken seçime gitmektir. Kılıçdaroğlu da benzer bir hata yapmıştı, “Erken seçim istemek fırsatçılık olur” demişti. Yahu sen muhalefet yapıyorsun. Şimdi Özgür Özel de benzer bir şekilde davranarak Tayyip Erdoğan’a can suyu vermekte. Türkiye’de maalesef muhalefet hep iktidarla…
- “Kayyum meselesi çözüme ulaştırılmaz ve bu karar geri alınmazsa halk erken seçim isteyecektir bunun da önünde kimse duramaz” gibi bir açıklaması da var ama Özgür Özel’in…
Ama işte halk ister diyor. Problem de burada. Kayyum sorununda da sorun aynı yerde kitleniyor aslında. Evet CHP’nin kayyum meselesine destek vermesi önemli ama bu sürecin örülmesinde de ne yazık ki CHP’nin de rolü var. İşte dokunulmazlıkların kaldırılması meselesinde, bu yasaların çıkış sürecinde rolleri var.
- Söz oraya gelmişken sormak isterim; dokunulmazlıkların kalkmasında rolü olan Kemal Kılıçlaroğlu geçen hafta Selahattin Demirtaş’ı ziyaret etti. Bu hamle size ne düşündürdü?
Bu bir günah çıkarma ziyareti mi diyeyim? Kılıçdaroğlu o zaman kendi partisine bile görüş sunmadan “Biz dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet diyeceğiz” demeseydi, yanlış hatırlamıyorsam Hulusi Akar’la bir görüşme yapıp arkasından kendi parti kurullarına bile sormadan böyle bir süreç başlatmıştı. O zaman bu işin ortağı oldu. O günlerde neler konuşuldu, neden bunu yaptı açıklamalı. Açıklamadı. Hem HDP’nin demokratik siyaset hakkının baskı altına alınmasının, hem Kobane kumpas davasının açılmasının önünü açtı, hem de Kürtlere yönelik şiddet politikasının devlet tarafından meşrulaştırılmasına yol açtı. CHP’nin günahı çok ama siyaset de şöyle bir şey değil; evet rolü var ama bunu düzeltebilir. Siyaset çözüm sanatıdır. Çözebilen ilerler, ustalıkla yönetilmesi gerekir. Dolayısıyla Cumhuriyet Halk Partisi geçmişinden bir ders çıkarttıysa ve yeni dönemde Kürtlerle anlamlı ve eşit bir ilişki kurmak istiyorsa bizim açımızdan çok anlamlı. Ama henüz bunun nüveleri yok. Kayyuma hayır, diyor ama tecrit konusunda sessizler. Oysa Kürt sorunu tüm bu konuları içeriyor.
- Tutuklanan vekiller, açılan davalar, gelen siyaset yasakları… Bunların hepsi barış sürecinin bitirilme projesinin ayaklarıydı diyebilir miyiz?
Aynen öyle. Çok doğru. Eğer Kürt meselesi orada tıkanmışsa ve siz oraya itiraz etmemişseniz, itiraz etmediğiniz sürece hiçbir anlamlı adım atmış da olmazsınız. Yani hafif ve yumuşak konulara ses çıkartalım, itiraz edelim ama esas meseleye dokunmayalım. AKP asıl meselede ama! Masa yeniden kurulmadığı sürece demokratikleşme mümkün değil. CHP’nin o açıdan geçmişi eksikler ve hatalarla dolu ama Kürtlerle yeni bir hukuk kuracaksa öncelikle tecrit rejimine, kayyum rejimine, siyasi soykırım davalarına hayır demesi gerekir. Çok güçlü itiraz etmesi gerekir. Bu konuda henüz net bir tutum yok.
- Ama partiler arası bir ilişki de var, bunu da görmezden gelemeyiz. CHP ve DEM’den söz ediyorum…
Elbette daha önce hiç temas bile edilmiyordu. Bir duvar vardı. Şimdi bu duvar ortadan kalkıyor gibi görünüyor. Kalkarsa tamamen o zaman birbirimizi daha iyi anlayacağız. Konuşmak, tanımak, temas etmek de önemli. AKP Türkiye’de bu zemini de ortadan kaldırdı. CHP’nin bu dayanışması belki de sorunları yeniden konuşabilmenin de yolunu açacak. O yüzden önemli ve anlamlı. Ama bir adım öteye taşınmalı. Faşizan rejimin engellenebilmesi için bir tık daha ileri bir söylem, bir tık daha ileri bir eylem gerekiyor. Mesela CHP emekliler için eylem yaptı çok anlamlı, öğretmenler için bir eylem yaptı çok anlamlı. Kürt barışı için de bir eylem yapsa buna kendi kitlesini çağırsa… Bunu öneriyorum; Kürt sorununa barışçıl bir çözüm için eylem yapsınlar. Bu çok anlamlı olur. Biz sürekli kendi kendimize barış barış diyoruz ve dayak yiyoruz.
- Aslında Türkiye siyasetinde biraz önce sohbet ederken de konuştuğumuz gibi ciddi bir sorun var, o da solun neredeyse yok olmuş olması. Sol hareketler köhnedi, sol hareketlerde kadın iyice görünmez oldu, hatta belki yok olmaya yüz tuttu. Hatta şöyle ayırmak daha doğru olabilir; Türk solu ve Kürt solu. Siz kadını da güçlendirerek, her şeye rağmen bir aradasınız ama Türk solu asla bir arada aynı saiklerle, aynı ısrar ve kararlılıkla bir mücadele veremiyor. Bu aradaki farkı neye bağlıyorsunuz?
Sol olarak sosyalistler olarak yeni bir hikâyeye ihtiyaç var. Evet maalesef sol çok zayıf. Güçlenmesi için çalışmak lazım. İşçi sınıfını örgütlemek, sınıf hareketini güçlendirmek lazım. Bu aynı zamanda barış hareketini de güçlendirecektir. Ama şu anda zayıf, anarşist hareket zayıf, feminist hareket zayıf, sosyalist hareket zayıf. Tabii Türklerde egemenlik durumu da var. Devletin sahibi Türklerdir. Bu sebeple de devletin yaptığı haksızlığı, hukuksuzluğu tolere edebiliyor galiba. Orada bir büyük problem var. Türkiye toplumu devletin yarattığı baskıyı doğal bir sonuç olarak görüyor ve bu baskı rejimine şiddetle itiraz etmiyor. Oysa devlet emeğini sömürüyor, Duygularını sömürüyor, özgür yaşam hakkını elinden alıyor. Bunu kabulleniş var. Bu bir problem. Aile en temel birim, sonrasında sivil toplum örgütleri ve devlet bir hiyerarşi sıralamasıdır. Türkiye’de devlet ailenin bir parçası olarak görülüyor ama Kürtler o ailenin dışında. Kürtlere yapılan her şey bir aşamadan sonra herkes tarafından meşru görülüyor.
- O halde yeniden barış sürecine dönelim. Ben de o günlerin yakından tanığıyım. Şimdi “Kürtlere yapılanlara ses çıkartmıyorlar” dediğimiz sol, liberal çevreler, okur yazar tanınmış simalar Kürt meselesini öyle bir sahiplenmişti ki, bizler de bir miktar mahcubiyetle izliyorduk açıkçası bu tarz cafcaflı bir ‘Kürt severliği…’ Adeta sizlerin yanında oturmak için yarışıyorlardı, sizlerle arkadaş olmakla övünüyorlardı, halaylarda yer almayı, Kürtçe kelimeler kullanmayı, Diyarbakır’da ciğer yemeyi, yöresel kostümlerinizi muazzam sahiplenmişlerdi. Oysa herkes aynı, muhataplar aynı, konular aynı… Peki ne değişti. Bu insanlar şimdi nerede?
O günlerde devlet bir imkân sağlamıştı. Kürtlerin batıyla temasına imkân........
© T24
visit website