menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Özgür Özel: Demirtaş ile çalışma toplantısı yapmak istiyorum, MHP Sinan Ateş cinayetinde sınıfta kaldı

75 16
15.06.2024

Diğer

15 Haziran 2024

CHP’nin Hayrabolu’da düzenlediği ‘Buğday Mitingi'ni izlemek için yoldayım. Yağmurla gidip yağmurla geliyorum. Yolda, kahvede, çorbacıda tanıyanlar yanıma gelip anlatıyor. Çiftçinin, emeklinin derdi büyük. Bu konuda ayrı bir yazı-izlenim yazacağım. Bugün CHP Genel Başkanı Özgür Özel ile Tekirdağ-İstanbul arasında yaptığım yolculukta sorularıma aldığım yanıtları aktaracağım. Kendisi ile Genel Başkan olduktan sonra gazeteci olarak ilk karşılıklı buluşmam bu. Başta normalleşme konusu kendisini eleştiren pek çok yazı kaleme aldım. Yaptığım eleştirileri kendisine soru olarak da yönelttim. Hepsini yanıtladı. Meslekte pek çok siyasetçiyi, lideri izlemiş bir gazeteci olarak, anlattıklarını dinlediğimde bende uyandırdığı düşünce “Ne yaptığını biliyor” oldu. Aldığı riskleri de olası sonuçlarını da hesaplamış bir siyasetçi. Konuşmanın bir yerinde, “Biz yıllarca satranç tahtasında satranç taşlarıyla dama oynadık” diyor. Yani yaptığı siyasi hamlelerin birkaç adım sonrasını düşündüğünü vurguluyor. Pek çok başlığın çıktığı bu söyleşide üç başlık kritikti. Birincisi; MHP ve Sinan Ateş cinayeti, ki Özel burada “MHP’nin iyi sınav vermediğini” söylüyor. İkincisi; Selahattin Demirtaş’ı cezaevinde ziyaretinin sembolik değil, çalışma toplantısı şeklinde olmasını planladığını anlatıyor. Üçüncüsü; normalleşmenin şimdilik “iyi niyet çabalarından ibaret olduğu” tespitini yapıyor.

- Geçen bayramda, 8 Nisan’da sizin verdiğiniz bir söyleşiyle şu anda normalleşme diye tarif edilen sürecin ilk adımı atılmış oldu. Şimdi yeni bir bayrama giriyoruz. Aradan 2 ay geçti. Bu süreçte normalleşmede nerede olduğunuzu düşünüyorsunuz Sayın Genel Başkan?

Şimdi şöyle Murat Bey. Türkiye siyasetçilerin birbiriyle iletişimi konusunda çok kötü bir noktada. Mesela bir süreç yaşanıyor. Sürecin adında bile "mutabakat" yok. Bir taraf “normalleşme” diyor, bir taraf “yumuşama” diyor. Son görüşmeden sonra Ömer Çelik de normalleşmeyi anınca, iktidara müzahir medya da normalleşme manşetlerini kullandı ilk kez. Ben meseleyi şöyle görüyorum ikiye ayırarak irdelemek isterim. Birincisi şu, ben 2024 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nde Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Başkanı olarak birinci parti de olsam, ikinci parti de olsam, iktidar da olsak muhalefet de olsak siyasilerin birbiriyle bayramlaşmadığı, tokalaşmadığı, Anıtkabir’de birbirlerine sürtüp birbirlerinin yüzüne bakmadıkları, birbirlerine taziyeye gitmedikleri ya da mutlu günlerinde birbirlerine davetiye vermedikleri bir fotoğrafın içinde yer almayı utanç verici buluyorum. O fotoğrafın masumu yok, haklısı yok. Yani efendim biz haklıyız, onlar yaptı veya onlar haksız biz haklıyız, biz haksız onlar haklı demiyorum. Bir ülkede siyaset bu noktaya geldiyse elbette birinci sorumlu iktidardır. Neden? Osmanlıyı kuran Osman Bey’in hocası Şeyh Edebali ‘Ey oğul’ diye başlayan vasiyetiyle iktidara vasiyet etmiş. O vasiyet muhalefete değildir, iktidaradır ama sadece iktidara sorumluluk da yükleyemeyiz. Böyle bir durum varsa hiçbirimiz burada kendimizi muaf tutamayız, masum değiliz. Ben bir partinin genel başkanı olarak Türkiye’nin bu anlamda normalleşmesini istedim ve buna ön ayak oldum. Bu benim açımdan hiçbir zaman pişmanlık duymayacağım bir konudur ve başlı başına bunu da bir kazanım görürüm. Yani 2024 yılının Nisan ayının 8’ine kadar Türkiye’de birbirleriyle görüşmeyen, konuşmayan, birbirlerine hitap ederken lakaplar takan süreç yaşandı. Hatta bir dönem bana da “Özgür Efendi” deniyordu mesela veya Kemal Bey’e “Bay Kemal” deniyordu. Seçim kaybedince “Bay Bay Kemal” diye alay bile ediliyordu. Oysaki siyaset bu değil, böyle olmaması lazım ama bizim de çok sert üsluplar, çok sert eleştirilerde bulunduğumuz süreçler oldu. Bunu da kabul etmek gerekiyor ve bunun bir normalleşmeye uğraması gerekiyordu. Bizim attığımız adımla başlamasından ben son derece memnunum ve bunun kendisinin de başlı başına bir kazanım olduğunu düşünüyorum.

- Ama “normalleşme” tanımı bunun dışında bir anlam ve beklenti yarattı. Bunu biraz daha netleştirir misiniz?

O da şu; şekli işlerin dışında bir iletişim içinde olmak ve ülke için iktidarıyla muhalefetiyle belli konularda birlikte çalışabilmek, belli konularda anlaşamadığın konularda muhalefet etmek, muhalefetin de önce yol gösterici, yapıcı, yıkıcı değil ama gerektiğinde de son derece dirençli olması. Bunu sağlayabilmek istiyoruz, isterim ama bu o kadar kolay olmuyor. Çünkü hatlar çok keskin, mahalleler çok keskin, yankı odaları var. Her türlü adıma karşı bunun içeriden muhalifleri var. Bizim tarafta mesela buna itiraz edenleri ikiye ayırıyorum ve bir tarafını son derece anlıyorum. Onlar endişeli insanlar. ‘Aman bizi kandırmasınlar’ ya da ‘bu sefer de bunlara biz nefes olmayalım’ diye düşünenler. Geçmiş pratiklerden tabii AKP çünkü bunu birkaç kez başardı. İlk başta liberallerle sonra o günlerde “cemaat” denen yapıyla sonra Kürt siyasi hareketiyle sonra da MHP ile kol kola oldu. Şimdi sıra bize mi geldi diye düşünenler… Bu endişeyi anlıyorum ve buna dikkat kesiliyorum ama bir de iki tarafta da anormal vaziyetten, anormal popülarite devşiren birtakım isimler var, yapılar var. “Normalleşme olduğunda biz ne yapacağız?” diyor. O kişilerin normal siyasi düzlemde söyleyecek sözü yok. Gerginlikten besleniyor, kavgadan besleniyor. O itirazları da görüyorum ama onlara hak veriyor değilim tabii. Tabii karşı tarafta da bir ittifak var. Orada da mesela Milliyetçi Hareket Partisi’nin sayın Genel Başkanı’yla randevu aldım.

Gittik, son derece yapıcı bir görüşme geçti ama görüyorsunuz ki o günden bugüne iki isim MHP’de bu normalleşmeyi baltalamak için elinden geleni yapıyor, çünkü rahatsız oluyor. Çünkü Türkiye normalleşsin istemiyor. Çünkü normal olan bir yerde; bir Ülkü Ocakları Başkanı’nın veya bir partinin gençlik örgütünün başkanı başkentin ortasında vurulup da cenazesi yerde kalmaz, taziyesiz kalmaz, baş sağlıksız kalmaz, soruşturmasız kalmaz. İddianame seçimi beklemez, siyasilere değen yerler törpülenmez. Yani normalleşmeye çok temiz duygularla karşı çıkanlar var. Kendi hesaplarına uymadığı için karşı çıkanlar var. Bir de kendi foyaları ortaya çıkmasın diye karşı çıkanlar var. Ben iki bayram arasında alınan mesafeyi insani açıdan son derece yeterli ve doğru buluyorum. Bu bayramda da bütün siyasi muhataplarımı, aramam gereken herkesi arayarak bayramlaşacağım ama diğer konuda Türkiye’nin önünde de çok yol var. Bir de tabii şöyle de bir şey, bir yandan da normalleşme ile iktidar partisinin geçmişten beri biriktirdiği sorunları ve sorumlulukları muhalefetin sırtına yüklemek kolaycılığına heveslenen bir yapı var. Ona da bizim eyvallah dememiz mümkün değil.

- Peki Sayın Genel Başkan, siz cumhurbaşkanıyla görüşmeye dosyalarla gidiyorsunuz veya size geldiği zaman dosyalar veriyorsunuz. Türkiye’de bir taraftan mevcut cumhurbaşkanı hükümet sistemiyle tek bir kişinin ağzından çıkan her şeyin kanun haline gelmesi gibi bir durum ortaya çıktı. Sizin bu dosyalar, konular üzerinden yaptığınız diyalogu rejimi meşrulaştırmak olarak algılayan da var. Bunu nasıl görüyorsunuz acaba?

Şimdi gittiğimiz dosya; mesela şu hakimleri tayin terfi eder misiniz, şu memurları tayin eder misiniz, şu yapıları önceler misiniz diye bir dosya olsa haklılar. Ama bizim gittiğimiz dosyada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uyun diyoruz mesela Kavala için. Can Atalay için AYM kararına uyun diyoruz. Ne bileyim, diğer Gezi tutukluları için ‘kanun yararına bozma’ meselesini hatırlatıyoruz veya Anayasa Mahkemesi’nde bekleyen dosyaları söylüyoruz. Veya ülkedeki yoksulluğu, işsizliği hatırlatıp ‘bu krizin sorumlusu olmayanlara krizin bedelini ödetiyorsunuz, yoksulların yakasından düşün vergi rejimini değiştirin gelin meclisi çalıştırın’ diyoruz. Bunlar rejimi meşrulaştırmaz.

- Türkiye’nin bir sistem bir rejim sorunu olduğunu düşünüyor musunuz?

Bir referandum, iki seçim geçti üstünden ve mesele rejim tartışması üzerinden gidiyor. Evet her seçim referandum niteliğinde oluyor ama üçtür kaybediyoruz. Çünkü insanlar, seçmen, siyasiler kadar veya siyaseti yakından takip eden insanlar ve gazeteciler kadar rejimin adıyla, adının ne konduğuyla değil o rejimin cebine ne koyduğuyla ilgileniyor. Bakın şöyle bir sorun var, mesela biz geçen seçimde çok önemli bir iş yaptık. Altı siyasi parti 2300 maddede ortak mutabakat yapıldı. Güçlendirilmiş parlamenter sistem öne çıkartıldı. Ki bana sorduğunuzda yönetim şekli ne olsun diye yine onu söylerim. İktidar olduğumuzda da onu hayata geçirmek için her türlü adımı atacağız parlamenter sistem için. Ama şöyle bir şey var, geçen dönemki hatamız şuydu, 2300 maddenin içinde tarım vardı, eğitim vardı, dış politika vardı, ekonomi vardı, kültür sanat vardı her şey vardı ama tartışma sadece yönetim şekline sıkıştı. Ve sanki 10 ay boyunca 12 ay boyunca da bu sürekli yapılan toplantılarla görüşülünce ‘bunlar bundan başka bir şeyden anlamıyorlar, bana ne ondan ben ürünümün para edip etmeyeceğine bakarım’ dendi. Aslında orada o konular da vardı ama anlatamadık. Yani çok geniş bir çalışmanın sadece güçlendirilmiş parlamenter sistem iletişimi yapıldığı için, diğer tarafta eksik kalındığı için birazcık da oyuna gelindiği için böyle oldu. Yani sadece o tartışılsın istediler. Ben kendi kendime ‘biz bu seçimi niye kaybettik diye çözümlediğimde’ üç- dört husustan birisi oydu ve o yüzden de ben meseleyi sadece buraya sıkıştırmak istemiyorum. İnsanlar bizden şunu duymak istiyor, bunlar bu ülkeyi yönetebilir mi? Yönetebilirlerse hem şeklen hem içerik olarak buna uygunlar mı? O yüzden de örneğin ülkenin birinci partisi olmuş bir partinin genel başkanı diğer liderlerle konuşmadığında vatandaş diyor ki “Bu Putin’le nasıl konuşacak, Biden’ın karşısına nasıl geçecek?” diyor. O yüzden bunu da insanlara göstermek lazım. Diğer taraftan da çok net bir şekilde meseleyi “Aman meşrulaştırmayın, temas etmeyin” diye kategorize edince medyanın büyük kısmında hiçbir görünürlüğünüz olmuyor.

Hatta sizi şeytanlaşıyorlar ve herkesin en çok itiraz ettiği parti oluyorsunuz. Bakın CHP’nin en büyük başarısı, 31 Mart’ta elde ettiği 47 yıllık başarı kadar önemsediğim başka bir başarı, altı ayın sonunda CHP en çok itiraz edilen partiden en az itiraz edilen partiye döndü. Yani ‘kimi istemezsiniz’ de en az itiraz edilen parti. Aslında biz iyi insanlarız, liyakatli insanlarız, çalışkan insanlarız, dürüst insanlarız ama böyle olduğumuzu kendi seçmenimiz dışındakilere gösteremiyoruz. Bu süreçteki diyalog zemini kendi seçmenimiz dışındakilere de kendimizi anlatabilme imkânı verdi. O da önemli ve ben meseleyi şöyle görüyorum: Rejim meşru değil diyerek dağ dağa küsmüş dağın haberi olmamış şekilde seçim kaybetmeye devam edebiliriz. Önce seçimi kazanacağız. Bunu toplumun kırılgan kesimlerine, yoksullarına, işsizlerine, işçilerine, asgari ücretlilerine, çiftçisine, esnafına sahip çıkarak yapacağız. Sonra geldiğimizde hem ülkeyi iyi yöneteceğiz hem de yönetim şekli olarak da güçlendirilmiş parlamenter sistemini getireceğiz. Ya da cumhurbaşkanını halk tarafından seçmeye devam edeceksek bunun adını başka isimler de veriliyor biliyorsunuz tanımlayacağız. Ama güçlü bir parlamentoyu ve kuvvetler ayrılığını mutlaka hayata geçirmemiz gerekiyor. Ben mutlaka bakanların meclisten çıkmaları gerektiğini düşünüyorum.........

© T24


Get it on Google Play