Sevinçle, ama sükunetle
Diğer
02 Nisan 2024
Seçim sonrası yazdığım ilk yazının başlığı olarak "sükunetle" gibi bir kelime seçerken, işin "sevinçle" kısmını hafife almak gibi bir niyetim yok. Olabilecek en güzel sonucun alındığını düşünüyorum ve dolayısıyla ne kadar sevinsek azdır diyorum. Ama bu başarının başlattığı olumlu gelişmelerin verdiği umutlar çerçevesinde ilerletilmesi gerekiyor. Gelinen noktada bu başarı karşısında gösterilen siyasi tepkilerin (örneğin Özgür Özel'in konuşması) yeterine olumlu olduğunu da görüyoruz.
Bunları çok konuştuk, tartıştık ama şu yeni olayla ortaya çıkan, biçimlenen ortamda yeniden üstünden geçmek hoş görülebilir: Türkiye, 19. yüzyılda "modernleşme" çabasına "seçkinci" bir yöntemle girişti. Bu çabayı anlama ve benimseme gibi entelektüel çabalar kitlelerin değil, seçkinlerin erişimine açıktı. Bu yöntemin ülke siyasetinde "vazgeçilmez" sayılan bir varlık kazanması, "askeri darbe"yi de sık sık başvurulan bir siyasi araç haline getirdi. Bu yönetim biçimi toplumun çoğunluğunu mutlu etmedi ama hayatımızın alışılmış bir parçası haline geldi. 1960'ta girdiğimiz bu koridordan 2000'lerin başlarına kadar çıkmamıştık.
"Seçkinlerin iktidarı" karşısında yer alıyorsanız, onun "tam tersi" diyebileceğiniz rejim nasıl bir şey olabilir? Seçkinler doğal olarak bir azınlık olarak var olur; toplumun bütününü ilgilendiren kararlar bu rejimde "her şeyi en iyisini bilen" azınlık tarafından verilir. Demek öncelikle bir "niceliksel" sorun söz konusu. Öyleyse kararları "çoğunluğun" verdiği bir yöntem bulacağız. Ama bu da tam karşıtını üretmekte yeterli değil. "Azınlık iktidarı" modelinden gidince sayılar değil, "doğru fikirler" önem kazanır. "Sayılar" bunun karşıtı için gerekli ölçüt olur.
Böylece iki önemli nokta duruyor önümüzde: doğru fikirler mi, çoğunluğun istekleri mi. Demokrat bir yönetimle yaşamak için hangisine öncelik vermeliyiz? Bu söylenenlerden, seçkinciliğin muhalifi olan kesimin tercihinin ikinciden, yani sayılardan yana olacağı anlaşılıyor. Bunun adını koyacaksak, "halk" diyebiliriz. Siyaset terminolojisine yerleşmiş "Frenkçe" bir terim var: "popülizm".
Seçkinci bir anlayışla girişilen "modernleşme" çabasının toplumda belirli kesimleri tedirgin ediyorsa, bu yadırganacak bir şey değildir. Tersine, doğal, hatta yararlıdır. Türkiye tarihinde bu muhalefet en etkili biçimde İslamcı bir inanç sistemi içinde yaşamak isteyen kesimlerin çevresinde tutundu ve gelişti. Bu hareket yetmişlerden bu yana siyasi hayatta siyasi partileriyle varlık gösteriyor (kimi zaman bu varlıktan hoşlanmayan kesimler eliyle bu varlığı kesintiye uğratılsa da).
Benim gözümde seçkinci anlayışın hegemonyası seçkinciliğin tepe noktası olan 12 Eylül yönetimi içinde sona erdirildi. Bu aynı zamanda (incelenmesi gereken konulardan biri) "merkez sağ"ın da dağılmasına yol açtı. Askeri darbelerin asil hedefi olmasa da "iktidarı kaybeden" olduğu için hedef gibi görünen merkez sağ bu askeri davranışla da mücadele etmedi, edemedi. Her nasılsa, gerekli manevi otoriteyi kuramadı. Bu da İslamcı siyasetin siyasi örgütünü merkez sağın olması gereken yeri ele geçirmesine katkıda bulundu. Tarihimizin son on küsur yılı AKP yönetiminde geçti.
Darbelerle sık sık noktalanan bir tarih içinde, kendini sorgulamaya hiç yanaşmayan........
© T24
visit website