Taşraya değil aynaya bakmak: Kuvvetli Bir Alkış, Oğuz Atay ve orta sınıf
Diğer
T24 Haftalık Yazarı
11 Mart 2024
Biliyorsunuz, bu köşede bir süredir yazarken genelde değişen dünyayı anlama motivasyonuyla hareket ediyorum. Bir şeyler değişiyor, bizler o değişimi hissediyor, bundan iyi veya kötü etkileniyor ama çoğu zaman değişimin kaynağına dair fikir sahibi olamıyoruz.
Bugün ölçeği biraz küçültelim ve dünyaya değil de buraya, içinde yaşadığımız coğrafyaya bakalım istiyorum.
Bugün derdim taşra. Daha doğrusu taşraya bakmak… Çok uzun zamandır Türkiye’de edebiyat, sinema, tiyatro üretenlerin temel malzemesini taşra-büyükşehir çatışması oluşturuyor.
Düşünün, ta Kemal Sunal’lara, Sadri Alışık’lara uzanan bir yolculuk bu… Son elli yılda yapılan filmleri gözünüzün önüne getirin. Köyden şehre gelen ve başını bir şekilde belaya sokan karakterlerin komedisine, trajedisine, dramına ne çok tanıklık etmişizdir beyaz perdede.
Taşrayı veya taşra üzerinden şehri anlamak Türkiye gibi toplumlarda çok da anlaşılabilir bir refleks. Öyle ya, çok değil iki kuşak geriye gittiğimizde taşradan başlayan bir hayat öyküsü çıkıyor karşımıza. Dolayısıyla bugün Türkiye’nin genetiğine dair bir analiz çabasının taşradan başlamasını gayet doğal karşılamak gerekiyor.
Yakın zamanda iki tiyatro oyununa gittim. Her iki oyun da yine taşrada başlayan bir hikayeyi anlatmayı tercih etmişti. Bu defa karakterler kasabadan geldikleri büyükşehirde eski Türk filmlerindeki gibi dolandırılmıyor, çok daha kötü tecrübelerle bir katile, bir deliye dönüşüyordu.
Genelde keskin bir taşra-büyükşehir çatışması için fon olarak İstanbul tercih ediliyor. Ankara veya İzmir değil… Zira buralar da aslında bir bakıma İstanbul’un taşrası olarak, anlatılmak istenen “yozlaşmayı” yeterince karşılamıyor. Masum kalıyor.
Son dönem sinemamızda bu defa daha farklı bir refleks görüyoruz: Şehirden taşraya gitmek. Oranın ahlakı, ahlaksızlığıyla yüzleşmek. Şehirden getirdiğimiz kültürel kodların taşrada nasıl da işe yaramadığını göstermek.
Nuri Bilge Ceylan’ın “Kuru Otlar Üstüne”si, Emin Alper’in “Kurak Günler”i, Özcan Alper’in “Karanlık Gece”si… Bunlar ilk aklıma gelenler.
Üçünde de ortak motivasyon, orta sınıftan bir karakteri sahip olduğu orta sınıf ahlakıyla taşranın içine sokmak ve taşra ahlakıyla karşı karşıya getirmek.
Buraya kadar her şey normal. Siyasi olarak da karşılığı olan bir merak bu. Kabak gibi ortadan ikiye yarılmış bir toplumun kültürel kodlarını anlamaya çalışırken kabaca iki ahlak tarifi yapılıyor ve bu iki ahlak birbiriyle hangi alanlarda nasıl çatışıyor, ona bakılmaya çalışılıyor.
Yani özetlersek, ya taşradan geldiğimiz bu şehrin (İstanbul) artık insanı insana, insanı kendine yabancılaştıran o büyük boşluğunu anlamaya çalışıyoruz. Ya da büyükşehre hâkim........
© T24
visit website