menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Yeni bir tüketim dünyası

24 0
19.01.2024

Diğer

19 Ocak 2024

Yeni yıla girdiğimiz şu günlerde her ülkede yüksek enflasyon, zamlar, alım gücünün düşmesi, azınlığa doğru dönen bir üretim zinciri, toplumsal dengeyi alt üst etmekte olan bir nüfus dağılımı söz konusu olmaktadır. Dünyanın çeşitli yerlerinde toplumsal alan ve onunla birlikte üretim şekilleri ile zihniyetler büyük değişime uğramaktalar. Bir kaotik dönem içinde kimin nereye doğru bakacağını, hangi öznelliklerle yan yana geleceğini, kesişeceğini kestirmek zorlaşmakta. Bir de bunlara siyasi partilerin eski ideolojik bakışlarının, dünya içindeki yerlerinin, taraf oldukları siyasi uluslararası blokların birbirlerine karışmasıyla, stabil bir yapıdan savrulan ve ittifak kartlarının yeniden dağıtıldığı bir süreç içinde olduğumuz aşikâr artık.

“20.yüzyılın başını, yeni baştan başka şartlarda yaşamaya doğru mu gitmekteyiz?” sorusunu soranlara hemen: “Hayır!” olarak cevap vermek gerekecek. Neden? Bunun nedeni, üretim şartlarının ve hatta belki de kapitalist üretim biçiminin içindeki sermaye bileşkesinin değişikliğe uğradığını söylemek bir cevap niteliğinde olabilecek. Sermayenin yatırım yerleri, hatta “yattığı” yerler değişikliğe uğramış vaziyette olduğu gibi emek de bu anlamda yerini başka bir değere bırakmış vaziyette. Uzun zamandan beri bu konu ele alınmakta. Bunu söyleyebiliriz. Bugün değişim içine girildi. Bir zamanlar sezgisel ve yeni oluşmakta olan bir durumu ortaya koymaktayken bugün farklar kendisini somut bir şekilde göstermekte.

Öncelikle hem Batı sanayileşmiş toplumların durumunda hem de bir zaman gelişmekte olan coğrafyalar olarak adlandırılan geçmişin “Üçüncü Dünyası”, şimdinin ise “sermaye merkezleri “arasında gösterilen ülkelerdeki vaziyet dünyanın son otuz yıldır yatay bir şekilde merkezileşmiş olduğunu göstermekte. Fransız filozof Jacques Ranciere, son otuz yıla bakarak içinde yaşadığımız döneme “Otuz Görkemsizlik” yılı adını vermekte. Batı ülkeleri merkezli olmaktan çıkan şehir merkezli “megalopoller” üzerinden gelişen merkezin önemli özelliği emek -sermaye çelişkisinin coğrafi yerinin Avrupa’dan Asya’ya kaymış olmasıdır.

19.yüzyılda başlayan ve 20.yüzyılın son çeyreğine kadar devam eden bu yapı sanayi toplumu olarak adlandırılmaktaydı. Fabrika ve madenler kapitalist çelişkilerin oluştuğu yerler olduğundan, emek-değer ölçümü de bu toplumsallığın içindeki koşullardan gelerek hesaplanmaktaydı. Emek-değer teorisi 18.yüzyıl klasik ekonomistlerinde (Smith, Ricardo vb.) ortaya çıkmaya başlamıştı.

Antikiteden beri gelen “adil fiyat” fikri geride bırakılarak “emek” merkezli bir teori öngörülmeye çalışıldı (mallardaki emek ve nispi emek miktarının malın fiyatını belirlemesi). Marx’ın bunlara eklediği emeğin zaman üzerinden sömürülmesiydi ve bunun adı da “artı-değerdi”. Zamanın bir bölümünü sermayenin sabit yapısı (atölye veya fabrika) içine aktaran değişken sermaye olarak bakılan emekçinin zamanıyla ölçülmekteydi. İşçi sınıfı ve İşçi Partileri veya Komünist Partileri bu sürecin içinde ortaya çıkarak büyüyen siyasi partilerdi ve tabanlarını bu süreçte oluşturmaktaydılar. Uzun süre muhalefette kalan ve ancak önce 1917’de SSCB’de ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1989’a kadar SSCB’nin eksenine girildiğinde Doğu Blokunda ve kısmen de Latin Amerika’da ve Asya’nın bazı ülkelerinde iktidara gelebilen bu siyasi yapılanmaların içinden geçen Marksist teori emek-değer teorisi üzerinden sömürüyü açıklayabilmekteydi.

Bugün........

© T24


Get it on Google Play