menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Babalar Günü: Çocukluk cennetimin mimarının yokluğunda...

24 19
16.06.2024

Diğer

16 Haziran 2024

Yaklaşık 1,5 yıl önce kaybettim ben babamı. O tarihten beri yılın en uzun günü benim için Babalar Günü.

Onu çocukluğunda gündüzleri çayırlarında koşturup akşamları gökyüzünü seyrettiği Hasköy Kulaksız'da bir Atlantik Fıstığı ağacının dibinde yatan babasının kucağına uzatırken, bize bu dünyada bıraktığı o kocaman yokluğuna alışmanın bu kadar zor, yasının bu kadar derin ve uzun olacağını bilememişim. Hayatta (doğru, yanlış) ne yön çizmiş ne karar almışsam hep arkamda durmuş, şefkat ve sağduyu sahibi güzel bir babanın yokluğu değil sadece yas sürecimi zorlaştıran. "Cennetim" bildiğim çocukluğumun asli mimarının yokluğunda o çocukluğumun öksüz kalmış olduğunu hissetmem de acıtıyor. Ama galiba en çok, "anne babaların çocuklarına verdiği en büyük yük, yaşanmamış hayatlarıdır" sözünün altındaki ezilmişlik hissi bu acıyı bu kadar katmerleyen.

Ciğerlerinde ona söylemediğimiz tenis topu büyüklüğünde bir kitle tespit edilmiş olmasına rağmen, büyük acılar çekmeden, kimselere yük olmadan, hatta "çok güzel öldü be" denilecek bir biçimde, kendisine çok yakışan bir tevazuyla ve sanki o hastalıktan değil de hızlandırılmış bir yaşlılıkla, deyim yerindeyse eceliyle gitmişti. Yaşamının son beş ayında ilaç niyetine en fazla 1 kutu Minoset almışlığı vardı, "sırtımda bir ağrı var sanki" diyerek.

Şükretmiştik elbette gidişin böylesine.

Ama giden sadece o olmamıştı. Dinç bir bünyeye sahip olmasına rağmen, onun ardından hem fiziksel hem de mental anlamda bir çöküş yaşayan annem, evi kapatıp çocuklarının yanında almıştı soluğu ve içine kapanmıştı. Sanki o da kocasıyla birlikte gitmişti. En az o kadar önemli olan bir başka kayıp da yaşamım boyunca en derin uykularımı uyuyup huzuruyla sarmalandığım, çokça sığındığım "baba evini" de yitirmiş olmamdı. Uzunca bir süre dirensem de sonunda eşyalarını dağıtıp, kapısını son kez çekerek anahtarını ev sahibine teslim edip hatıralarla dolu bir yuvayı ardımda bırakarak uzaklaşmış olmanın sızısı da babamın yokluğuna eklenivermişti hemen.

Kendime ait bir evim olsa dahi onlarınkine gittiğimde, mutfağa girip orayı burayı karıştırmanın, büyük bir rahatlıkla buzdolabının altını üstüne getirmenin, balkonlarına çıkıp ayak uzatmanın, salondaki kanepeye uzanarak saatlerinin sonsuz ve kararlı tik takları altında kendimi güvenli bir huzura teslim edip şekerleme yapmanın, uyandıktan sonra demli bir çay ve kek eşliğinde belki kesik kesik ama şefkatli bir sohbete uyanacağını bilmenin mümkün olmayacağı bir yer olmuştu artık yaşadığım dünya.

Hiçbir evin çocuğu olmayacaktım artık.

Mütevazı hayatında her adımını yorganına uygun uzatarak atmak durumunda kalsa da kendi dönemine mahsus bir şekilde, küçük şeylerle mutlu ve güler yüzlü olabilen, hayattan şefkatini esirgememiş bir insan, heykeli dikilmemiş bir sessiz fazilet idi benim babam, Rıza Özkan.

Annem bizleri çocukların çok kolay mutlu ve tatmin olabildiği yıllarda doğurmuştu. Yeter ki koşturacak geniş arsalar, yuvarlanacak topraklar, tepesine çıkılacak ağaçlar olsundu. O toprakları da babam bulmuş, başarılı bir önseziyle bizi hemen okul öncesinde, planlı ve düzenli, çocuklar için geniş oyun alanlarının bulunduğu, boş alanlarda çok hoş sahil düzenlemelerinin yapıldığı, parkları ve geniş otoparkları olan, halkın kıyı ve denizden yararlanılmasına olanak sağlayacak projelerin geliştirildiği, kendine ait sade ama yeterli çarşıları, okulu, hatta deniz kulübü olan bir toplu konut merkezine, yani Ataköy'e taşımıştı. Eskiden "Barutçubaşı Ohannes Bey'in Meraları" olarak anılan bu belde, Türkiye'nin bu planlılık, mantalite ve ölçekteki, tarihi yapıların da korunduğu ilk ve belki de son toplu konut merkezi idi. Çocukların düzenli sokak, avlu ve çayırlarında tasasızca koşturarak, çığlık çığlığa heyecanlarla oynayabildiği.

Orada, bugünlerde tarihe karışmak üzere olan "1. Kısım Çarşısı"ndaki Türkiye Süt Endüstrisi Kurumu'nun satış noktasına o yıllarda kooperatifçilik yoluyla gelip kuyruklarla halka ulaşan sütten ve portakal aromalısı çıkana kadar midemizi bulandıracak olan balıkyağından medet umarak büyümüştük. Doğusunu Çavuşpaşa, batısını Ayamama derelerinin, kuzeyini bir zamanlar Reşadiye Süvari Kışlası olarak hizmet vermiş, Cumhuriyet döneminde ise bir ruh hastalıkları hastanesine çevrilmiş yapının merkezde olduğu geniş yeşil alanların, güneyini ise Baruthane Hudud-ı Memnuiyesi ile denizin çevrelediği bir coğrafyada geçmişti çocukluk ve ilk gençlik yıllarımız. 70'li yılların yaz aylarında bu bir çocuk için kocaman sayılabilecek coğrafyanın hemen her noktasında akşam ezanı okunana kadar oynuyor, koşturuyorduk.

70'ler televizyon denen mucizevi kutu sayesinde oturma odalarının da sokaklar kadar sosyalleşmede zirveyi tattığı yıllardı. Bir radyo/televizyon teknikeri olan babamın evimize tam da 1972 Olimpiyatları öncesinde getirip antenini çatıya kurarak cefayla doğrultu ve yönünü ayarladığı Indezit marka televizyon seti Münih'i oturma odamıza misafir getirdiğinde dünyalar bizim olmuştu. Babam ve erkek kardeşimle birlikte hayatımızın ilk ve en güzel olimpiyat coşkusunu o........

© T24


Get it on Google Play