Sağduyumuzu yitirdikçe daha çok kutuplaşıyoruz
Diğer
21 Haziran 2024
Yaşanan her olayın krize dönüştüğü bir ülkede yaşıyor olmanın zorluklarını her geçen gün biraz daha fazla hissediyoruz. Geçmişten farklı olarak bu kez kutuplaşmanın keskinliği yüzünden işin içerisinden çıkabilmemiz çok daha zor gerçekleşiyor. Ortak payda etrafında buluşabilmenin giderek olanaksız hale dönüştüğü bir toplumsal iklimde yaşamaya çalışıyoruz. Gücün her biçimde öne çıkartıldığı bu zihniyet dünyasında, şekilsel anlayışların altı çiziliyor buna karşın her yapılan yapanın yanına kâr olarak kalmaya devam ediyor. Böylesi bir anlayış ise ortak bir birliktelik algısını da paramparça etmeye başlıyor. "Aynı gemideyiz" sloganları sadece slogan olarak kalıyor ve yaşanan bütün olağanüstü felaketlerde bu durum bir kez daha yüzümüze çarpıyor. Deprem gibi bir doğal afette bile ayrışmayı başarabiliyoruz ve yaşanan doğal felaketlerin yansımalarını bile ideolojik bir hale dönüştürebiliyoruz. Böylesi bir yaklaşım sonrasında ise yapılan her uygulama karşısında içinde bulunulan ideolojik zırh üzerinden olup bitenleri değerlendirmeye girişiyoruz ve topyekûn bir olumlama veyahut olumsuzlama davranışı ile olup bitenleri ele alıyoruz.
Toptancı yaklaşımların kendi cemaatimizin saflarını güçlendirirken içinde bulunduğumuz toplumsal hayatı güçsüzleştirdiğini bir türlü idrak edemiyoruz. Yıllar içerisinde pek çok duygumuzu kaybettik ve her kaybettiğimiz duygu ile biraz daha fazla içe kapanır hale dönüşmeye başladık. Besim Dellaloğlu'nun "Sosyolojik Basiret*" isimli çalışmasında-bu çalışmaya ilişkin bir tanıtım yazısını önümüzdeki günlerde sizlerle buluşturacağım-Ahlakın Sosyolojisi, Haysiyetin Sosyolojisi ve Şahsiyetin Sosyolojisi başlıklı üç yazıda içinde yaşadığımız toplumda bu konuda yaşanan dönüşümü ve bunun sonuçlarının neler olabileceğini net bir biçimde gözler önüne seriyor.
Ahlakın Sosyolojisi isimli yazısında ahlakın sorumluluk olduğunu belirterek giriş yapar ve ahlakçılığın çoğu zaman çoğunluğun azınlığa olan baskısı olduğu saptaması ile devam eder:
"…Mahalli, yerel, ideolojik ahlak olmaz. Ahlakı sadece kendi ideolojisinden olanlardan ibaret bir evren için geçerli sayan biri aslında çok özel bir biçimde ahlak-sızdır… Bir toplumda aşırı siyasallaşma, kutuplaşma var olan ahlakı da çürütür. Çünkü ahlaki ilkeyi uygulamaya layık bulduğunuz beşerî evren daraldıkça ahlaki evren de daralır. İyi olmaya sadece ailenize yakın arkadaşlarınıza, partidaşlarınıza layık görüyorsanız ahlaktan tamamen kopmuşsunuz demektir. Bir toplumda iyilik ve kötülük ideolojik olarak kataloglanıyorsa o toplumda ahlak yoktur" (s.161-162).
Haysiyetin Sosyolojisi isimli yazısında haysiyetin doğuştan elde edilemeyeceği gibi doğuştan kaybedilemeyeceğini de vurgulamaktadır:
"Haysiyet, tarihseldir, kültüreldir, sosyolojiktir, hatta sınıfsaldır, ilişkiseldir… Haysiyet ya da haysiyetsizlik kişinin kendisiyle ve tüm dünyayla ilişkisinden dolayımlanır… Bir dine, bir mezhebe ait olmanız sizi otomatikman haysiyetli yapmaz. Kendinize göre çok doğru bir ideolojiye inanıyor olmanız da. Sizi haysiyetli kılan eğitiminiz, diplomalarınız değildir. Cüzdan da bir insana genellikle haysiyet katmaz. Çok ünlü bir film yıldızı ya da futbolcu olmanız da sizi otomatikman haysiyetli kılmaz. Milyonlarca oy alan bir siyasetçi olmanız da. Haysiyet bütün bunlarla ne yaptığınız, yaptıklarınızı nasıl yaptığınızla ilgilidir. Yaptıklarınız kadar yapmadıklarınız da elbette… Hukukun gücünün etkin olduğu toplumlar daha haysiyetli toplumlardır. Gücün hukukunun egemen........© T24
visit website