Orta Doğu’da savaş biter mi?
Orta Doğu’ya Birinci Dünya Savaşından bu yana barışın gelmediği ne yazık ki bir gerçektir. Geçen günkü bir konuşmasında Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu hususu hatırlattı. Aslında Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde Lübnan’da ve Yemen’den meydana gelen ayaklanmalar Osmanlı’nın da bölgede barışı sağlamakta zorlandığını göstermişti ama bundan sonrasını anlatmak için zamanında çok yankı uyandıran bir kitap kaleme alan Amerika’lı tarihçi David Fromkin kitabının adını “Her türlü barışı sonlandıran barış” (A peace to end all peace) adını koymuştu. 1976 yılında ilk tayin yerim olan Birleşmiş Milletler’deki yaşı ilerlemiş Suudi Arabistan büyükelçisi Baroody aslen Filistin’liydi. Her fırsatta dünyaya Osmanlı vatandaşı olarak geldiğini bir çeşit özlem ile anlatırdı. Tüm Arapların aynı nostaljiyi paylaştıklarından emin değilim ancak o tarihlerdeki nısbi barışın bir daha geri gelmediği tartışılmaz.
Osmanlılar bölgeden gönderildikten sonra Fransa ile Birleşik Krallık arasında yapılan paylaşmanın sonucunda Filistin’in İngilizlerin yönetimine geçtiği ve bu yönetimin 1917 ile 1948 arasında sürdüğü malum. İngilizler Irak’a 1932 yılında, Fransızlar da Lübnan ile Suriye’ye 1943 ile 1946 arasında bağımsızlık verdiler. Ancak her üç ülkeye de iç barışın kısa aralıklar dışında gelmediği de açıktır.
Ve tabii ki en büyük sorun Filistin’den kaynaklanmıştır. Bunu hatırlatmaya gerek yok çünkü bilmeyen yok. Museviler Roma’lılar tarafından MS 79 yılında kovulup bütün dünyaya yayılmaya mecbur bırakıldıktan sonra bile nerede ise iki bin yıl boyunca Filistin’e dönme özlemini kaybetmediler. 19uncu yüzyılın sonlarına doğru özellikle Avrupa ve ABD’de zenginleşip bu özlemlerini kuvveden fiile çevirmek istediklerinde tabii ilk çaldıkları kapı Abdülhamit’inki olmuştur. İstedikleri Filistin’de satın alacakları topraklara yerleşmekti. Abdülhamit’in buna izin vermediği bilinmektedir. Ancak II. Meşrutiyet döneminde henüz Nazilerin yönetimine geçmemiş olan Almanya’daki zengin Musevilerin baskısına daha açık olan İttihatçılar toprakların el değiştirmesine göz yumdular. Satılan topraklar hazine arazisinden ziyade genelde şimdiki Lübnan kökenli zengin Araplardan alınmaktaydı. Toprak satın alındığında tabii göç de hızlandı. Birinci Dünya Savaşına gelindiğinde Filistin nüfusunun ’a yakını Musevi kökenliydi.
İngilizler Birleşmiş Milletlerin öncülü Milletler Cemiyetinden aldıkları manda ile yönettikleri Filistin’e göçe kah izin vermişler, kah vermemişler. 1917 yılında yani savaş devam ederken Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Balfour, ABD ve Almanya’daki Musevileri müttefiklerin yanına çekme hevesiyle Filistin’de Musevilere bir yurt vermeyi İngiliz Musevi toplumunun liderlerinden Lord Rothschild’e gönderdiği açık bir mektupta vaat etmişti. Ancak İngilizlerin bu söze tam olarak uydukları söylenemez. Hatta ülkemizin 1942 yılında birkaç yüz Museviyi Romanya’dan İstanbul’a taşıyan geminin yolcularını indirmesine zamanın hükümetinin izin vermemiş olmasının gerekçesi İngilizlerin bu kişilerin Filistin’e göç etmesine razı olmamasıdır. Tarihe “Struma” gemisi faciası olarak geçen bu trajedi sonucunda yüzlerce yolcu Karadeniz’de boğularak ölmüşlerdi. Yine de Balfour deklarasyonu İsrail’in kurucu belgelerinden birisi olarak tarihe geçti. Nitekim Lord Balfour’un Cambridge Üniversitesinde bulunan ve meşhur bir ressama ait yağlı boya portresine geçtiğimiz haftası sonu bir Filistin sempatizanı tarafından saldırı gerçekleştirildi. Zarar gören portrenin kurtarılıp kurtarılamayacağı önümüzdeki dönemde anlaşılacaktır.
Savaş bittikten sonra Holokost’tan kurtulan Avrupa Musevileri başta Almanya ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşamayacaklarını haklı olarak düşünerek Filistin’e göç etmeye başladılar.........
© Serbestiyet
visit website