menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Destanlar siyasete mani midir?

18 0
19.09.2024

Geleneksel toplumların “altın çağlarını” borçlu oldukları destanları, topluluğun birlik ve bekasının teminatı olarak nesilden nesile aktarılır. Destanlar, topluluğun kurucu mitleridir. Bir taraftan yeni nesillerin eğitimi ve topluluğa dahil olup kimliklenme ihtiyacını karşılarken, diğer taraftan destana uyumlu makbul kimliği kuşanmış topluluk üyelerinin savaş, sürgün, kıtlık, afet ve bunalım dönemlerini aşmasında sabır telkin edip psikolojik ihtiyacı karşılar ve topluluğu dağılmaktan koruma işlevi görürler.

Her toplumda farklı koşulların ürünü olan farklı kurucu destanlar mevcuttur. Toplumsal hafızanın biçimini, toplumsal ahlâkın niteliğini ve töre dediğimiz toplumsal normların meşruiyetini kurucu destanlar belirler. Zihniyet inşa edici karşı konulamaz ve tartışılması teklif dahi edilemez güçlerini, hiç kimsenin tek başına dönüp inceleyemeyeceği ve üzerine söz söyleyemeyeceği kadim zamanlardan alırlar ve hiç kimse tek başına destanlarla mücadele edemez; çünkü destan yazılırken orada yoktur. Bu ‘yokluk’ zamanlarımızda neşet etmiş büyük kahraman seleflerimizin destanı karşısında boynumuzu büküp teslimiyet göstermek, topluluğa aidiyet ibrazımızın vazgeçilemez unsurudur.

İnsanlık tarihi genel bir kategorileştirme ile kabaca 4 döneme ayrılabilir:

İlk üç çağda destanlar hem anlamlı hem de işlevseldi. Çünkü destan epistemolojiydi. Bilginin kaynağı da hakikati de şüphesizdi. Bilgi ya kutsal ruhlardan ya tanrılardan tartışmasız bir doğrulukla akardı. Kutsal bir geçmişten gelip bugünümüzü ve yarınımızı da güvence altına alırdı. İnsanlardan beklenen ‘parlak fikirler’ üretmeleri değil; tartışmasız hakikatle uyumlu bir yaşam sürmeleriydi.

Avcı toplayıcılık ve neolitik devrim yani tarım toplumları açısından bakınca bu epistemolojinin yanlışlanması neredeyse imkânsız; çünkü insanlığı bugüne taşıyan yolculukta başarılı olmadığını iddia etmek güç. En yaşlı üyenin en çok bildiği, yeni üyenin hiç bilmediği ve öğrenmek zorunda olduğu bir dünyada yaş ve tecrübe hiyerarşisi de yaşamsal bir öneme sahipti. Zaten en yaşlı üyenin bizatihi hayatta kalmayı başarmış olması, o yaşa erişmesi başlı başına kutsanmışlığının ve bilgisinin hakikâtinin deliliydi.

Bu çerçeveden bakınca, asrı saadet destanımız da Diriliş Ertuğrul destanımız da Kuruluş Osman destanımız da yerli yerine anlamlı biçimde oturuyor…

Sorun ‘aydınlanma’ ile başladı. Epistemolojik bir devrim ortaya çıktı. Bilginin kaynağı akıl, hakikati deney oldu. Buhardan dişli çarklara, teleskoptan mikroskopa ve bugün artık listeleyemeyeceğimiz denli bir yekûna dek yepyeni bir dünya doğdu. Ve ilginçtir ki; eski epistemolojinin doğrulama tekniği içinden baksak bile bu model çalıştı, dolayısıyla yanlışlanması neredeyse imkânsızlaştı. Hatta herkesi kuşattı. Destanlar çağı bitti ve deney çağı başladı. Peki sorun neydi?

Aslında başlangıçta sorun yoktu. Büyük tarım imparatorlukları daha da büyüdü, büyük toplar döktürdüler. Surlarla çevrili şehirleri feth ettiler, siyasal güçlerine güç kattılar. Daha geniş alanların tarımsal artık değerine eriştiler, daha kalabalık ordular kurdular ve destanlara bir süre daha devam ettiler…

Bu esnada sanayi şehirleri ortaya çıkıyor, tarımdan sanayiye hızlı bir geçiş başlıyor ve dünün plebleri, reayaları, kul ve kölemen taifeleri sanayi kentlerinde sözleşmeli emekçilere dönüşüyordu. Bu da ticari sözleşmelerin yanı sıra emek sözleşmelerini doğuruyor; kul taifesi sözleşme yapan öznelere dönüşmeye başlıyor ve mülkiyet bilinciyle beraber yepyeni, geleneksel dünyada görmediğimiz bir sınıf doğuyordu.

Bilgi, teknik deney tüpünden, toplumsal yapının içine sıçramıştı ya da bir şekilde bulaşmıştı. Metalin fiziğini ve metafiziğini/karbon yapısını yoğurup şekillendiren eller, kendi bireysel ve toplumsal fizikleri ve metafizikleri üzerine de ‘parlak fikirler’ geliştirmeye başlıyordu. Hak,........

© Serbestiyet


Get it on Google Play