Rabbim Korkulardan Emin Kılmıştır Beni
Aşk mektubu
Hz. Hatice, Sevgili çöle çıktıktan sonra mahzundu. O’nu kaybetmekten korkuyordu. Sanki yeryüzünden nur çekilmiş; her yer zindana dönmüştü. Yine firkat, yine hasret, yine hüsran içre kalmıştı. Gözlerinden yaş yerine kan akıtıp ağlama zamanıydı. Çünkü hicran dolu kalbi yine hicran olacaktı. Yine matem, yine zari, yine efgan olacaktı. Yeni baştan yine şeyda, yine giryan olacaktı. Gönül Kâbe’si kapanacak; yine viran olacaktı. Öyle büyük yaralar içindeydi ki dermanı ancak Lokman’da gizliydi.
Oysa Sevgili’nin o temiz pak nefesi ab-ı hayatıydı çölün ve gönlünün. Âlem O’na hayran ve reyyandı. O dönecekti. O’nun lütufkâr, o keremkâr elini öpünce, bu küçük kalb-i hazîni yine handan olacaktı.
Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemiyordu. Dahi nezri buydu ki canı O’na kurban olacaktı.
Nazar etse garip başına O nur-u Hüdâ, çöle dönmüş hakir bendesi umman olacaktı.
İnsan dünya denilen sahradaydı. Ölüm ve ecel, peşinden koşan aslandı. İnsanın bedeni ve hayat zamanı kuyuydu. Kuyudaki altmış arşınlık derinlik altmış yıla karşılık gelen insan ömrüydü. İnsan bir ağaç gibi çölün ortasındaydı. Gece ve gündüz, siyah ve beyaz iki fare gibi ömür ağacını kemirmekteydi. Ama aşk o ağaca hükmetmeye görsün, zaman durur, hayat bereketlenir, faniden bakiye, geçici olandan sonsuzluğa geçilirdi. Hatice aşkı ve Sevgili’yi tanıdıkça bunların daha çok farkına varacaktı.
Dünya denilen hudutsuz sahrada enis, munis bir arkadaş ve yoldaşa ihtiyaç vardı. Birinin seninle imana gelmesi sahralar dolusu kırmızı koyuna sahip olmaktan yeğdi. Hatice o enis ve munis kalple aşka gelmişti. Onun kalbini kazanabilmek için sadece sahralar dolusu kırmızı koyunu değil, bütün varlığını vermeye hazırdı.
Sevgili muhatap olduğu bütün ruhlara kendine sevdirirdi. Bütün varlığa ünsiyet ettirirdi. Vahşetin çöllerinde sönmüş kalblerdeki kasaveti ince hissiyata tebdil ettirir; insaniyetin cevherini izhar ederdi. Onları, o vahşet köşelerinden çıkararak, medeni insanlar haline getirirdi. Endişeye gerek yoktu; kimse Sevgili’ye zarar veremezdi.
Yine de Hatice O’nsuz kendini çok yalnız hissediyordu. Issız sahralar, susuz çöller ruhunun meskeni oluyor; hayalen oralarda dolaşıyordu. Oysa aşkı uzaklarda aramaya gerek yoktu. Kâinatın uzak çöllerine hayalen giderek yorulmaya gerek yoktu. Bir kulübecik hükmündeki beden kafesinde kuş misali kanat çırpmaktaydı Sevgili. Sesiyle, suretiyle, nefesiyle sinesindeydi. Ama aşk işte böyle bir şeydi: Korku ve ümit arasında kanat çırpmak…
Telaşa gerek yoktu. Beden kulübeciğini muntazam bir kâinat gibi Yaratan Rabbi şefkat ve merhamete gelecek; aşka gelmiş Hatice’nin kalbinden sızım sızım dile dökülen duaları kabul edecekti. Balığın midesindeki, sineğin sinesindeki, arının kalbindeki duaları kabul eden Hatice’ninkini mi kabul etmeyecekti? Kimseleri mahzun etmeyen Hatice’yi, her varlığın hakkını veren Rabbi hiç mahzun eder miydi? Muhammed’inin kalbine başka birini koyar mıydı? O’nun tenine zarar gelmesine müsaade eder miydi?
Güneş yalnızca bir lamba değildi. Bahar ve yaz tezgâhında dokunan Rabbani dokumaların bir mekiği, gece gündüz sayfalarında yazılan samedi mektupların mürekkebi, nur bir hokkası suretindeydi. Hatice’nin Rabbi çölde samedani bir aşk mektubu yazıyordu şimdi.
Çölde zaman bir tahterevalli gibiydi. Bir yanında gece bir yanında gündüz vardı. Bir yanında güneş, bir yanında ay ve yıldızlar vardı. Dünyada herşey yerli yerindeydi. Hatice’nin endişelenmesine gerek yoktu. Gündüz ve gece, güneş ve ay birlik olmuş, Sevgili’yi korumaktaydı.
Tahtırevan içine binildikten sonra kaldırılarak insanların omzunda taşınan ya da fil, deve, at gibi hayvanlara yüklenerek götürülen, üstü örtülü oda şeklinde bir tür taşıttı. Kâbe’de hastaların, yaşlıların, sakatların tavafları tahtırevanla........
© Risale Haber
visit website