Edebiyat Devrimi
Evet, devlet güçlü olabilir. Kendine bağlı aydınlarla seferberlik ruhu içinde hareket edebilir. Ama bu, tamamen yeni, kendisini idealize ettiği bir dili yaratabileceği anlamına gelmez. Zorlamayla ve emir-komutayla yeni bir dil yaratılamaz. Velhasıl dil, emir ile hizaya sokulamaz. “Edebiyat Devrimi” de bunu bütün açıklığıyla ortaya koyar bir eser.
- VAHAP COŞKUN
- 5 Ağustos 2024
Kurtuluş Savaşı’ndan ve iç iktidar mücadelelerinden galip çıkan Kemalistler, Cumhuriyet’i kurduktan sonra yeni bir toplum inşasına girişirler. Yeni bir toplum, hayatın her alanında çok radikal değişiklikleri gerekli kılar. Dil ve edebiyat da bu alanların başında gelir. 1920’lerin sonu 1930’ların başında, eski ile bağı koparmak ve tamamen hayallerdeki toplumu yaratmak adına, dile ve edebiyata da sert bir biçimde müdahale edilir.
“Edebiyat Devrimi”* adlı kitabında Hâle Sert, Türkiye’nin bir alt-üst oluştan geçtiği 1930’lı yılların dil politikalarına ve bu politikaların sosyal hayata ve edebiyata yansımalarına mercek tutar. Sert, 1928 alfabe değişikliği ile başlayan ve 1932’de “Dil Devrimi” ile derinleşen sürecinin aynı zamanda “Edebiyat Devrimi” olarak adlandırılabileceğini belirtir. Ona göre bu adlandırma, “Türkçe edebiyatın yaşadığı dönüşümün anlaşılmasında yararlı bir araç” işlevi görür.
Kitap, Sert’in doktora tezinin gözden geçirilmiş ve bazı bölümlerinin yeniden yazılmış hali. Sert, “edebiyat devrimi” nitelemesini gerekçelendirmek için titiz bir araştırma yapar. 1930’lardan 1950’lere kadar dönemin gazetelerini ve edebiyat dergilerini tarar. Devrimin ideolojisini üreten aydınların, bürokratlarının ve siyasetçilerinin “edebi” eserlerini inceler. Metinleri karşılaştırmalı olarak değerlendirir. Böylece alfabe ve dil devrimlerinin, edebiyata ne denli tesir ettiğini saptamaya çalışır.
“Medeniyet Değiştirme”
Kemalizm, “gecikmiş” ve “aceleci” bir modernleşme projesidir. Gaye; farklılıkların ortadan kaldırıldığı tek-tipleştirilmiş bir toplum yaratmak ve Doğu medeniyetinden Batı medeniyetine geçmektir. Bu geçiş; giysilerden ölçülere, inançtan eğitime kadar her sahada görülebilir olmalıdır. Elbette dil de bu geçişten muaf değildir. Dil mevzuunda da yapılması lazım gelen, Doğu medeniyetini temsil eden ve Arapça-Farsça kelimelerle yüklü “eski dil”in bir kenara bırakılması, Cumhuriyet’in Batı’ya dönük yüzüne uygun “yeni dil”in kurulmasıdır.
1928’de alfabe değişikliği, bu amaca matuf olarak yapılır. Cumhuriyet’te, Halide Edip’in ifadesiyle, “Garplılaşma temayülü” vardır; Arap alfabesinin kaldırılması ve Latin alfabesine geçiş, bu temayülün kuvvetli bir dışavurumudur. Alfabe değişikliğine farklı tepkiler verilir. Ahmet Hamdi Tanpınar, geneli itibariyle desteklese de, dil devrimlerinin “devam zincirinin kırılmasına” yol açtığından bahseder.
Peyami Safa, Osmanlıcanın rafa kaldırılmasından büyük bir üzüntü duyar. “Günlerce odama kapandım, hafakanlar geçirdim” diyen Safa, Latin harflerinin kabulüyle fikri ve içtimai hayatta doğacak sıkıntılara dikkat çeker. Yeni nesillerin eski alfabeyle yazılmış eserlerden mahrum kalması ve dahası Arap harflerinin öğrenilmesinin bir “irtica” olarak görülmesi Safa’yı kahreder. Ona göre, alfabemizi değiştirmemiz, ülkenin ilerlemesine sekte vurmuştur.
Nurullah Ataç ise, bu değişikliğin keskin bir savunucusudur. Meselenin bütünlüklü bir şekilde ele alınması gerektiğini bildiren Ataç, bir medeniyetten diğerine geçerken eski medeniyete ait bütün kurumların ve eski dilin de geride bırakılmasına taraftardır:
“Dil bir medeniyet olayıdır. Bir medeniyetin kurduğu bir dil, başka bir medeniyetin düşündüklerini söyleyemez, yetmez onu söylemeğe. Bir ulus medeniyetini değiştirdi mi, dilini de değiştirmek zorundadır. Bunun içindir ki biz Türkler yüz elli yıldır bir dil sıkıntısı çekiyoruz.” (s. 25)
Alfabe Devrimi, halk ile geçmişi arasındaki zihinsel bağları koparır ve toplumsal hafızada devasa bir boşluk yaratır. Tabiatıyla bu boşluğun doldurulması icap eder. İşte 1932’deki Dil Devrimi ile de, eskinin tasfiyesiyle meydana gelen boşluğun üretilecek yeni kelimelerle doldurulması hedeflenir.
“Sadece Ruh Hastalığı Değil Aynı Zamanda Bir Kulak Hastalığı”
1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin ve 1932’de Türk Dilini Tetkik Cemiyeti’nin kurulmasıyla birlikte dile dönük faaliyetler hız kazanır. 1932’de I. Türk Dil Kurultayı toplanır. Kurultay’a üç konu damgasını vurur: Birincisi, divan edebiyatı ile halk edebiyatının kıyaslanması ve halk edebiyatının divan edebiyatına üstün olduğunun gösterilmeye çalışılmasıdır. İkincisi, Arapça ve Farsça kelimeler ile Öztürkçe kelimelerin karşılaştırılmasıdır. Üçüncüsü de, gelecek için Arapça ve Farsça edebiyatın değil, Orhun Yazıtları’na kadar giden ürünlere yaslanmanın önerilmesidir.
1928’de alfabe değişmiştir, ancak dilde Arapça ve Farsça kelimelerin varlığı devam etmektedir. Oysa Cumhuriyet, yazılışları ve telaffuzlarıyla eskiyi, İslam medeniyetini sembolize eden bu kelimeleri geleceğe taşımak istememektedir. Alfabe yeni ama kelimeler ve onların simgelediği anlamlar eskidir, ortada ciddi bir uyumsuzluk vardır. Falih Rıfkı Atay bu uyumsuzluğu “Osmanlı sanatı yalnız bir ruh hastalığı değil aynı zamanda bir kulak hastalığıdır” diye tarif eder. (s. 52) Ataç’ın kanaati de aynı yöndedir:
“Yeni Dil Cemiyeti’nin meydana koyacağı eserleri en fazla sabırsızlık ve heyecanla bekleyen sanat ve sanatkârdır. Bundan sonra Türkiye’de Öztürkçeyi sevenlerden başka sanatkâr yetişmeyecek olması, sanat mukavemetinin ortadan kalkması, ruh ve kulak hastalığından kurtuluşumuz, kurultay eserinin pek çabuk, zannedildiğinden çok daha çabuk muvaffak olunacağının en sağlam delillerindendir.” (s 53)
Sert, Dil Devrimi’nin bayrağını taşıyanların bu sert Osmanlı karşıtı düşüncelerinde Ziya Gökalp’in etkisinin altını çizer. Zira Gökalp, Türk “harsı”nın gelişmesini engelleyen........
© Perspektif
visit website