NEVBAHAR DA EKİLİR, ZEMHERİ DE YENİRDİ
Her mevsim insanlara farklı bir telaş, meşgale getirirdi, mesela kazma kürek yaktıran Mart soğuğunun ardından bağ bahçe işleri ivme kazanırdı. Kış boyu kar altında uyuyan toprak, üçüncü cemrenin düşmesiyle ısınmaya, uyanmaya başlardı. Tevsime ya da tepserme denen kabarma halindeyken toprağın işlenmesi gerekirdi. Gelişmiş zirai aletler henüz ülkemize girmediği için bu iş “Bel” adı verilen aletle yapılırdı. Metal, ortası kürek gibi bükümlü olmayan aletin üst bir ya da iki yanında ayak basma yeri olur, ortasındaki yuvaya da elle tutulacak hacimde uzun bir ağaç sap takılırdı. Fakat bu sap pürüzsüz olmalıydı, aksi halde çalışanın elleri derhal kabarır, acısı günlerce geçmezdi.
Bu işe tarla bellemek, tarla depmek, ya da talla depmek denirdi. Bir tarlada belleme işi başlamışsa, o sokakta top oynamaya devam etmek ayıp sayılır, muhitin eli bel tutan gençleri çağırılmadan yardıma giderdi. Toprak aktarma da diyebileceğimiz bu işi yaparken tezekleri kırmak ve tesviyeyi korumak gerekirdi. Bizim civarda bu işin erbabı Kozlulu Mevlüt ağaydı ve hem büyük bağ sahipleri hem de küçük tarlası olanlar ücreti mukabilinde onu tercih ederlerdi.
İlk belleme işinden sonra dinlenmeye bırakılan tarlaya daha sonra çardaklardan alınan hayvan gübresi atılarak bir daha işlemden geçirilirdi. Ekim mevsimi gelen sebzeler için tarlada ocak, karık, cızı diye tabir edilen bölümler hazırlanır, aralarına da su arkı yani arık yapılırdı. Misal vermek gerekirse; soğan, sarmısak, tere, nane ve maydonoz ocağa; domates, patlıcan, biber, kabak, bamya, fasulye de karık, yani cızıya ekilirdi. Neyin nereye ekilmesinin uygun olduğuna da tarlanın güneş ve rüzgârdan ne kadar etkilendiği dikkate alınarak karar verilirdi.
Hazır fide satışını kimsenin akıl demediği o yıllarda herkes tarlanın bir kıyısını bu işe tahsis edip naylon seralar yapar, bir önceki yılın mahsulünden elde ettiği tohumlarla kendi fidesini yetiştirip, fazlasını konu komşu ile paylaşırdı. Nevbaharda başlayan bu hummalı çalışmalar sırasında ağaçlara da gerekli bakım yapılır; ilkin kayısılar, sonra kiraz, erik, elma, armut ve vişneler çiçek açardı. Ayvanın çiçek açmasıyla yaz yüzünü gösterir, erkenci ağaçlar meyveye durmuş olurdu. Çiçeği burnundan düşmemiş kayısı çağlaları ile ekşiyi en leziz kıvamda sunan caneriklerin dalları birbirine nazire eder, ayva çiçekleri ise meyvesini bekletmeden yenebilirdi. Zira reçel yapımında kullanılan gül kokulu ayva çiçeği yaprakları, çiğ haliyle bile lezzetini sunardı.
Meyvelerle sebzelerin rengârenk çiçekleri birbirini tamamlar; Hayat, denilen evin ön tarafındaki bahçeye ekilen güller, laleler, menekşeler ve susamlar da canlı bir karpostalın ana unsurunu andırırdı.
Domates karıklarında dolaşmak hassasiyet isterdi. Çünkü yeşil boyası elimize, elbisemize de geçerdi. Salatalık fideleri ise çok narin olur, toplama sırasında yaprağı ve kökeni hırpalandığında verimliliği düşerdi. Olgunlaşmış bir elmayı ya da yaprakların gölgesine gizlenerek kızarmış taze domates ve salatalığı koparıp yanı başındaki su arkında yıkayarak yemek çocukların en büyük zevklerindendi. Bu lezzetin aşinası olarak ben cebimde her daim kibrit kutusuna doldurulmuş tuz bulundururdum.
Avar Türkleri ile ilgisi var mı bilemeyiz ama bahçeye ekilen bütün sebzelere genel olarak Avar denirdi. Günün büyük bölümünü bahçelerinde geçiren kadınlar, zararlı otları ayıklamada ve çapa işlerinde çok mahirdi. Tohumluğa bırakılacak........
© Önce Vatan
visit website