Özel-Erdoğan görüşmesi: Değişim rüzgarları, yumuşama politikası, stratejik hesaplar ve bir diploması dansı
Müzakere, tarihte sıklıkla devletler arası ilişkilerin düzenlenmesinde kullanılan, denge ve uzlaşma üzerine kurulu bir diplomasi aracı olmuştur. Ancak, müzakere edilecek kişinin ve/veya kurumun doğası, bu kavramın yüceliğini ya da yozlaşmasını belirler.
Kemal Kılıçdaroğlu'nun, Özgür Özel-Erdoğan görüşmesi hakkında söylediği, "Bu düzenin kurucusu sarayla müzakere edilmez, mücadele edilir!" sözleri, müzakere kavramının temelinde yatan etik ve ilkeleri sorgular nitelikteydi.
Kılıçdaroğlu'nun bu net ve keskin ifadesine karşın, CHP çevresinden (çevrimiçicilerden!) gelen bazı cevaplar ise ne yazık ki hoşgörüden uzak olmuştu. Bu tür nezaketsiz tepkiler, aslında partinin olgun ve yapıcı bir tartışma ortamı yaratma çabalarına da gölge düşürmüştü.
(Aslında bu tepkilerin ardında yatan sorunlar, parti içindeki daha geniş yapısal meselelere işaret ediyor. Örneğin, CHP'de mahalle delegesi olmak, gerçekten ABD başkan adayı olmaktan daha zor bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü mahalleler, ilçeler, çeşitli şovenist yapılarla, “ihtiyaç düşkünleri” ile sarılmış yahut da köylüler ve şehirliler arasında paylaşılmış; akraba ilişkileri, çıkar ve menfaat ilişkileriyle kamplaşmış bir yapıya bürünmüş durumda. Son seçimde, özellikle İstanbul’da belediye imkanları ve vaatler belirleyici olmuştur. Parti içinde farklı bir yapının ya da kişinin yükselmesi oldukça güç. Bu durum, kendi deneyimlerimden biliyorum ki, partinin yenilikçi ve farklı seslere açık olma iddiasını zorlayan bir gerçekliktir.
CHP tabanının ve örgütlerinin bu anlamda problemli yanlarından söz etmek mümkün. Demokratik bir toplumun ve devletin, ancak özgür bireylerle kurulabileceğini biliyoruz. Bireyler ve parti mensupları gerçek anlamda özgür olamadıklarında, çıkar ve menfaat peşinde koşuyorlar. Ekonomik özgürlük de bu bağlamda çok önemli; zira ekonomik özgürlüğü olmayan bireyler, güruh haline gelebiliyor.
Bu iç çatışmalar ve yapısal sorunlar, parti içinde reform ve birlik yaratma çabalarını daha da karmaşık hale getiriyor.)
Kılıçdaroğlu’nun sözleri insanı, müzakere kavramının kiminle yapılabileceği üzerine düşünmeye sevk ediyor.
Gerçekten kiminle müzakere edilebilir? Kiminle oturup konuşulabilir, kiminle anlaşma sağlanabilir? İşte bu noktada, devleti ve onun temsilcilerini belirleyen değerler ve ilkeler devreye giriyor.
Bir demokratik ülkede, halkın iradesini yansıtan seçilmiş temsilcilerle müzakere etmek, demokratik bir gerekliliktir. Ancak, yetkilerini keyfi ve otoriter bir şekilde kullanan, kendi değiştirdiği anayasaya, getirdiği düzenlemelere bile uymayan biriyle müzakere etmek esasen demokratik değerleri çiğnemek anlamına gelmez mi?
Bu durum, Kemal Kılıçdaroğlu'nun son tweet'inde de vurguladığı bir gerçekliği yansıtıyor. Kılıçdaroğlu, Türkiye'nin demokratik geçmişindeki liderleri anımsatarak, şu anki siyasi rekabetin farklı bir doğası olduğunu belirtiyor. "Ben; rahmetli Demirel, rahmetli Erbakan, rahmetli Ecevit gibi demokrasiyi içselleştirmiş bir siyasi rakiple değil, yargısıyla, askeriyesiyle, istihbaratıyla “BAAS" partisi benzeri, devletleşmiş bir yapıyla mücadele ettim," diyerek, karşılaştığı zorlukların boyutunu ve niteliğini vurguluyor. Aynı zamanda, direncini ve ilkelerine bağlılığını, "Geçmedim muhannet köprüsünden su apardı beni, Yatmam çakal yatağında, aslanlar yese beni…” dizeleriyle sembolik bir şekilde ifade ediyor.
Aslında bu sözler, müzakere edilecek kişi veya kurumun doğasının, müzakerenin niteliğini belirleyici bir faktör olduğunu ve demokratik değerlere olan bağlılığın, her koşulda korunması gerektiğini hatırlatması bakımından etkileyici.
Türkiye'de uzunca bir süredir demokratik değerlerin aşındığı, yasama, yürütme ve yargıdan oluşması gereken kuvvetler ayrılığının esamesinin okunmadığı, aksine kuvvetler birliğinin işlediği, her şeye tek bir kişinin muktedir olduğu bir düzenden, siyasi iktidarın keyfiyetçi bir yönetim tarzını benimsediği bir dönemeçten geçiyoruz.
Can Atalay meselesinde Anayasa Mahkemesi'nin kararlarına rağmen, Yargıtay'ın Anayasa Mahkemesi’ni dinlememesi, anayasal düzene baş kaldırması, sahibinin sesinden başka ses çıkaramaması; anayasal üstünlüğün, anayasa devleti olmanın ve hukuk düzeninin açıkça ayaklar altına alındığının göstergesi değil miydi?
Erdoğan'ın, kendi çıkarlarını ve iktidarını koruma arzusuyla her türlü aracı meşru görmesi, onun siyasi portresini Makyavelist bir çerçevede belirginleştiriyor. Demokrasi, Erdoğan'ın elinde bir araçtan ibaret; ama nasıl bir araç? Müzakerenin gerektirdiği eşitlik, şeffaflık ve demokratik değerler ne yazık ki bu aracın kullanım kılavuzunda yer almıyor.
Tüm bunlara rağmen Özgür Özel ile Erdoğan arasındaki görüşme gerçekleşmiştir, bu da Türkiye'nin siyasi geleceği için önemli sonuçlar doğurabilir.
Masanın bir tarafı: Özgür Özel Yeni Dönemin Reformist Lideri mi?
2014'ten bu yana Türkiye'de siyasi denklemler yeniden şekillendi. Muhalefet blogu birleşerek, Erdoğan'ın gerilim ve hakaret politikalarının da etkisiyle H gibi ciddi bir konsolidasyon gösterdi. Muhalefet seçmeni, kazanamayacaklarını bilerek kendi partilerine oy vermeme stratejisine yöneldi ve bu bilinçli oy kullanma politikası, İmamoğlu’nun 2019 seçimlerinde 800 bin oy farkla seçilmesine ve 2023 genel seçimlerinde, iktidarın tüm olanaklarına rağmen, Kılıçdaroğlu'nun da ciddi bir oy oranına ulaşmasına olanak sağladı.
Öte yandan, son seçimlerde İmamoğlu’nun, önceki yerel yönetim seçimleriyle kıyaslandığında yaklaşık 300 bin oy kaybettiği gerçeğini de hasır altı etmemek gerekir. Rakamların iyi analiz edilmesi önemlidir. Bu anlamda tabiri caizse Ekrem İmamoğlu’nun karizmasının biraz çizildiği söylenebilir. Geleceğe yönelik, “alternatifsiz aday” olma vizyonu yara almıştır.
Diğer tarafta bu durum Özgür Özel için bir fırsat penceresi açmıştır. Aslında Özel, İmamoğlu ve Mansur Yavaş'ı parti içinde "forvet" olarak nitelendirmiş, gelecekte onlardan birinin cumhurbaşkanı adayı olabileceği mesajını vermişti. Fakat şimdi bu planlar rafa kalkmış gibi görünüyor.
Görünüşe göre Özgür Özel, sadece ismen değil cismen ve manen de sahnenin ön tarafına doğru geçmeye hazırlanıyor.
Erdoğan'ın Özgür Özel'e yönelik hesapları ise, onu kolaylıkla idare edebileceği, ona “diş geçirebileceği" inancı çerçevesinde şekilleniyor anlaşılan. Fakat Özel, 31 Mart seçimlerinden bu yana gösterdiği performansla, bilgi ve birikimiyle, çalışkanlığıyla dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Kendi liderliğini ve geleceğe dair iddialarını daha da güçlendirme yolunda ilerliyor. Dolayısıyla Erdoğan bu noktada yanılıyor.
Özgür Özel'in siyasi stratejisi, özellikle Erdoğan ile gerçekleştirilen kritik görüşmede ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu toplantı, Özel'in diplomasi ve siyasi liderlik becerilerini sergilemesi açısından önemli bir platform olmuştur. Görüşmede yanında deneyimli bir dış işleri bürokratı olan Namık Tan'ı bulundurması, Özel’in geleceğe yönelik titiz hazırlıklarını da göstermektedir. Tan’ın, Washington büyükelçiliği yapmış bir isim olarak (Özel’in dış politika danışmanı olarak) görüşmedeki varlığı önemlidir.
Diğer yandan Özgür Özel'in, Kemal Kılıçdaroğlu ile olan ilişkilerini sıcak tutma çabası da dikkat çekicidir. Erdoğan ile yaptığı görüşmenin ardından Kılıçdaroğlu'nu bilgilendirerek onu onore etmiştir. Birlikte yemek yemiş, hatta bu yemeği “en keyifli yemek” olarak tarif etmiş ve hiç biri “rastgele” olmayan bu hamleleriyle CHP içindeki konumunu daha da güçlendirmiştir. Çünkü Özgür Özel, Kılıçdaroğlu’nun........
© Muhalif
visit website