Su Medeniyeti'nin doğuşu
(1)
Geçtiğimiz günlerdeki yazımızda Fatih Camii ve medeniyet algımızdaki yerine değinmiştik.
Divan Şairi Nedim “Bu şehir-i İstanbul ki...” isimli şiirinde der ki, “Camilerinin her biri bir kûh-i tecellî, / Ebrû-yı melek anlara mihrâb-ı duâdır. // Mescidlerinin her biri bir lücce-i envâr, / Kandilleri mâh gibi lebrîz-i ziyâdır...” (Bu şehirde camilerin her biri, her yerden görünen dağlar gibidir, o camilerin de dua edilen yerleri, meleklerin kaşı gibidir. // Bu şehirdeki mescidlerin her biri nûr saçan birer okyanus, kandilleri ışık saçan ay gibidir.) El-Hak, doğrudur. Bu beldenin camileri, mescidleri olmasa İstanbul bu kadar güzel tasvir edilemezdi.
8 bin 500 yıllık geçmişe sahip olan İstanbul, gelişip büyüdükçe tarihî, mimarî, kültürel, ekonomik ve stratejik bir merkez olmasının yanında tarih boyunca zaman zaman susuzluk riskiyle karşılaşmış. Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorluğu’na başkentlik yapan İstanbul’da, Cumhuriyet döneminde de su sıkıntısını aşmak için proje üzerine proje geliştirilmiş.
Bugünden itibaren kadîm belde İstanbul’u “Su Medeniyeti” bağlamında değerlendirmeye gayret edip, çeşme ve sebîllerimizin gürül gürül akmayan sularından tadacağız!..
***
“Şüphesiz biz insanı, karışım hâlindeki az bir sudan (meniden) yarattık ve onu imtihan edeceğiz. Bu sebeple onu işitir ve görür kıldık.” (İnsan Sûresi, 2) âyetinden de anlaşılacağı üzere hayat suyla başlar ve onunla devam eder. Su, bütün din ve kültürlerde kutsaldır. Canlı olan her şey sudan yaratılmıştır. Canlılar için en önemli nimet olan suyun kaynaklardan insanlığın hizmetine sunulması için inşa edilen mühendislik harikası anıtsal mimarî yapılar “Su Medeniyeti”nin bir parçası hâline gelmiştir.
Osmanlı Medeniyeti, dünyaya huzur ve adalet dağıtmanın yanında ayrıca inşa ettiği şaheserlerle âdeta imzasını atmış. Bu şâhaserlerin bir kısmı da hükmettiği coğrafyalara götürdüğü “Su Medeniyeti”dir. Bu medeniyetin izlerinin üzerinden asırlar geçmesine rağmen şarktan garba kadar bütün bölgelerde su yolları, su terazileri, su bentleri, su kemerleri, maksemler, şadırvanlar, çeşmeler, sebîller ve insanlara hizmet eden vakfiyeler hâlâ varlığını sürdürmektedir.
Sur içindeki İstanbul, fetihten önce su ihtiyacını su birikintilerinden oluşan sarnıçlarla karşılarken, fetih sonrası İstanbul’un dışından su kemerleri marifetiyle getirilen sulara ilavelerle birlikte sarnıçtan çeşmeye geçiş yaparak âdeta “Su Medeniyeti”nin zirvesine çıkmış. Yani bir anlamda “ölü su”dan “canlı su”ya diğer bir anlamıyla âb-ı hayata dönüştürmüş. Bugün bilim insanları “akan su”yun önemini değişik çalışmalarla ortaya koymaktadır.
Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethine kadar aktif olarak kullanılan sarnıçlar, Osmanlı İmparatorluğu dönemine gelindiğinde “durgun su”yun sağlık bakımından uygun olmaması nedeniyle âtıl hâle gelmiş veya başka amaçlar için kullanılmış.
OSMANLI, “SU MEDENİYETİ”Nİ SEBÎLLERDE SEMBOLLEŞTİRMİŞ
Her sokakta, her meydanda sebîl ve çeşmeler inşa ve ihya eden Osmanlı, “Su Medeniyeti”ni bu yapılarda sembolleştirmiş.
Türklerin hayırseverliğe ve temizliğe verdiği önem, su tesisleri, sanat ve mimarilerine de yansımış. İstanbul’un kalbi yarımadada neredeyse her adımda karşılaşılan çeşme ve sebîller, asırlarca sosyal dayanışma ruhunu yansıtmakla kalmayıp, “Su gibi azîz ol” terennümünün duaya dönüşmesine vesile olmuş.
Kapalıçarşı (iki şadırvan, bir sebîl, on altı çeşme), Feyzullah Efendi, Rehâbula Kadın, Rüstem Paşa, Hüsrev Kethüda, Divanyolu Mehmed, Çarşıkapı Mehmed Ağa, Mimar Sinan, Koca Sinan Paşa, Kuyucu Murad Paşa, Damat İbrahim Paşa, Ayasofya, Nuruosmaniye, Hamidiye, Muradiye, Yeni Camii, Sultanahmet Camii,Sâliha Sultan, Üçüncü Ahmed Çeşme ve Sebîlleri bunlara birkaç örnektir.
Sadece Türk mimarisine özgü olan sebîller, bir külliyenin içinde veya yapının yanında bağımsız olarak inşa ve ihya edilmiş. Osmanlı su mimarisinin zarif sanatsal eserleri sebîllerin önlerindeki pencerelerinden dışarıdaki halka haftanın bazı günlerinde rutin olarak “fî sebîli’llâh” (Allah yolunda, Allah rızası için) şerbet, bazı günlerinde su ikram edilirmiş.
İşte insanlığa hizmet için böyle ulvî miraslar bırakan ecdadın eserleri vandalizmin iç acıtan, yürek burkan yıkımlarına rağmen hâlâ ayakta kalmaya çalışıyor.
Bu eserlere yer vermeye kalksak sayfalar yetmez. Fakat biz M.Ö. 667 yılında Sarayburnu’nun olduğu bölgede Kral Megaralı Byzas tarafından kurulan “Byzantion” yani Augusta Antonina, yani Nova Roma, yani Konstantinopolis, yani 8 bin 500 yıllık kadîm bir geçmişe sahip olan inançların, kültürlerin, ticaretin, medeniyetlerin kalbi olan İstanbul’un su sarnıçları, çeşmeleri ve sebîlleri daha doğrusu “Su Medeniyeti” hakkında tadımlık bilgiler aktaracağız.
***
İSTANBUL’DA 4’Ü AÇIK, BİNLERCE SU SARNICI VARDI
Tatlı su kaynakları bakımından yetersiz olan “Byzantion”un bu ihtiyacının giderilmesi amacıyla 2. yüzyılda, Roma İmparatorluğu döneminde İmparator Hadrianus tarafından Belgrad Ormanları civarından şehre su taşıyan hat tasarlanmış. Fakat nüfusun artmasıyla birlikte baş gösteren su problemini çözmek için 4. yüzyılda, İmparator Valens döneminde, Trakya tarafındaki kaynaklardan şehir merkezine su taşıyan uzun bir isale hattı inşa edilmiş. Hat 373 yılında, İmparator I. Theodosius döneminde bugünkü Kırklareli yakınlarına kadar uzatılmış. Bu yolla kente iletilen suların depolanması için şehirde yer altındave yer üstündeolmak üzere iki tip sarnıç inşa edilmiş. Kente taşınan su, ihtiyaç üzerine yapılan irili ufaklı çok sayıda sarnıçta depolanmaya başlanmış. Bu süreçte sayıları binleri bulan irili ufaklı kapalı olanlardan farklı olarak açık hava sarnıçlarından ise sadece 4 tane inşa edilmiş.
Roma ve Bizans İmparatorlukları döneminde inşa edilen sarnıçlara kuşatmalar sırasında sular depo edilir, gerek içme suyu olarak gerekse çeşitli alanların sulanmasıyla birlikte farklı şekilde değerlendirilmek için kullanılırmış. Osmanlı Devleti ise içme suyu olarak kullanmasa bile bahçe sulama başta olmak üzere sarnıçlardan sürekli faydalanılmış.
Dört tarafı taş ve tuğlalardan yapılan duvarlarla çevrili devasa su hazneleri, depo işlevi görmelerinin yanı sıra suyun getirdikleriyle dolan zemin nedeniyle ziraat yapılan alanlar olarak da kullanılmış. Sadece sarnıç görevi görmeyen yapılar “çukurbostan” olarak da adlandırılmış. Tatlı su kaynakları bakımından yetersiz olan kentin su ihtiyacının depolanıp giderilmesi için inşa edilen açık ve kapalı devasa su hazneleri, Fatih ve Bakırköy’de tarihe........
© Milat
visit website