Ruhun yeraltının hem düşünürü hem ressamı Dostoyevski
“Ya kahraman olacaktım ya da çamurlarda;
bu ikisinin ortası yoktu ve beni kahreden de zaten buydu!”
Fyodor Dostoyevski / Yeraltından Notlar, s. 54
Dostoyevski ve Tolstoy, bir dağ zirvesine çıkıp on dokuzuncu yüzyıl Rusya’sının iki zıt yüzünü kelimelerin füsunuyla çizdiler. İhtişam ve sefâletin üryan tablolarıdır onların romanları. Tolstoy şaşaa, debdebe, gösterişin şöleni; Dostoyevski sefahat, meşakkat ve sefâletin çığlığı.
“Sana demin, fakirliğimden utanmadığımı söyledim, ama yalan, en çok bundan utanıyor, bundan korkuyorum; hırsız olsaydım bu derece korkmaz, utanmazdım.”
Dostoyevski’nin trajik dünyasındaki Rusya, Tolstoy’un şatafatlı yıldızlarıyla ışıklandırılmıştır. Dostoyevski viranelerden, Tolstoy kâşanelerden dem vurur. Tolstoy’un sihirli bir değnekle dokunduğu billurdan hayatlar, Dostoyevski’nin hastalıklı ezilenlerine çarpar. Hangi yöne gideceğini bilemeyen on dokuzuncu yüzyıl Rusya’sında, biri gül bahçesine öteki bataklığa meyleder.
Dostoyevski “kaynayan bir hassasiyet, uyanık bir zekâ ve hasta bir şuuraltıdır.” Açlık, sefillik, ıstırap, illet ve hapishane inşâ eder Dostoyevski’yi; Dostoyevski de Rus edebiyatını.
“Ben hasta bir adamım… Kötü bir adamım. Suratsız bir adamım ben.”
Sene 1849. Devlete karşı komploya karıştığı iddiasıyla idamla yargılanır. Tam kurşuna dizilecekken af çıkar, sürgüne gönderilir. Kolları damgalı, kafası kazınmış, taş kıran bir paryadır artık o. Suç ve ceza mefhûmları ile burada, Sibirya’da ünsiyet eder. İnsancıklar romanıyla büyük yankı uyandırmış müellif, Sibirya’da kendini adi suçlular arasında bulur. Ve insan olmaktan çıkmış bîçârelerle hemhal olur burada. “Kendi ıstırabında bütün beşeriyetin ıstırabını görerek yarasından korkmamayı başarır.” Bu zafer ona ömür boyu ruhunu kemiren sara nöbetlerini armağan eder.
Nerelerde dolaşır; yerüstünde değil pis, leş kokan yeraltında yaşamayı seçen? Miskinlik için, uyuşukluk için “yaşasın yeraltı” diyen, nerelerde dolaşır?
“Gene de biliyor musunuz, bizim gibi yer altı takımının dizginlerini sıkı tutmak gerektiği kanısındayım. Çünkü kırk yıl ses çıkarmadan yer altında oturup ama bir fırsatını bulup yeryüzüne çıkarırsak (…)”
Batakhanelerde gezinir Dostoyevski, aylak aylak… Varoşlar, zifiri karanlık, son derece berbat, havasız, basık kiralık odalar; barlar, hapishaneler onu çekiyordu kendine. Kendi içine… Ve vıcık vıcık şarap kokusunun buğulandığı meyhaneler; istemsizce kaçtığı, hayatını paçavraya çevirdiği mekânlardı, Dostoyevski’nin… Bedbaht bir adamdı Dostoyevski. Kumar bağımlılığı, sara nöbetleri yapışmıştı yakasına. Bu çirkef yerlere, peşini hiç bırakmayan iç sıkıntısı sürüklüyordu. Kederdendi. Aldırmazdı ama. Loş, rutubetli, mezardan farksız mahzenler, onun için tatlı, hoş bir ülkeydi.
“Bakın, yağmur yağarken saray yerine bir tavuk kümesi görsem, ıslanmamak için belki kümese girerim.”
Herkesten önce kendini kusurlu görmeye meyyaldi. Zerre kadar kabahati olmadığı hâllerde bile kendini suçlu çıkarırdı. En çok da dokunan buydu Dostoyevski’ye. Saklanmak için miydi kapanık, puslu havaları sevişi? İzbe, şüpheli gölgelere çekilişi?
“Kabahatlerimi işlerken birisiyle karşılaşıp görülmekten, yakalanmaktan dehşetle korkardım. Bu yüzden birbirinden karanlık, şüpheli yerlerde dolaşırdım.”
Deliliğin uçlarında gezinen karakterler
“İnsan ruhunun derinliklerinde yeraltı devrimi olarak nitelendirebileceğimiz bir çağ başlangıcının hem düşünürü hem de ressamıdır Dostoyevski.”
Çökük yanaklar, üstünden dökülen partallarla kasvetli bir adamdı, kahramanları da öyle; çarpık, çetrefilli, pejmürde… Cezbeye tutulmuş gibidir her biri. Hepsi ateşler içinde sayıklar. Sara nöbetlerinde ağızlarından gelen köpüklerle daha bir hırsla bağlanırlar yaşama. Büyüdükçe büyüyen hıçkırıklarını, içinde boğmaya çalışan sonra ani haykırışlar, iniltiler halinde boşanıveren karakterlerdir, Dostoyevski’yi devasa bir romancı yapan…
Dostoyevski’nin karakterleri deliliğin uçlarında gezinen, ruhun en kuytu, en gizemli, en müphem yaralarını açığa çıkaran kişilerdir. “Sinir hastalarıyla dolu bir hastane” gibidir onun roman yaprakları. Ayyaş, kumarbaz, ecinni, kâtil, anti sosyal, mazoşist, takıntılı, ıstıraplı, epilepsi nöbeti geçiren, ezilen, öfke krizine girenlerle dolu bir hastane, tıklım tıklım… Derken bir fısıltı gelir onun sokaklarından; dilenciler, katiller, hırsızlar arasından sivrilen zilzurna bir sarhoş nârasıdır bu.
“Denginiz değilim efendim, dengesizim…”
Cürüm işleyen, yakayı ele verecek diye alı al, moru moruna karışan sonra da kendi eliyle teslim olan tezatlar bütünüdür, Dostoyevski’nin şahısları. Kavgada dövülmeyi severler, dövmeyi değil. “Namuslu bir insanım diye övünülür mü hiç? Herkes namuslu olmak zorunda değil midir?” diye sorar; sorar ve “namuslu hırsız” tipini çıkarır vitrine. Hırsızın şereflisi mi olurmuş? Olur, Dostoyevski’nin hikâyelerinde.
“Tanrı ’ya şükür, ellerimiz var; bir şey çalmaya gidecek değiliz. Başka bir zavallıdan da bir şey dilenmeyeceğiz; kendi ekmeğimizi kazanırız.”
Geleneksel toplumdan modern topluma geçişte yaşanan değerler karmaşasının bir göstergesidir Dostoyevski’nin kahramanları. Yabancılaşmanın… Ve savruluşun… Nereye ait oldukları belli olmayan… Sarsıntı geçiren… İçsel azapları olan… Toplumsal yaşamdan kopuk, sancılı ve gerilimli tiplemeler…
“Evet, on dokuzuncu yüzyıl insanının her şeyden önce karaktersiz olması gerekir, böyle olmak zorundadır. Karakterli olan insan ise her şeyden önce dar kafalıdır. Bu, kırk yıllık denemelerimden sonra vardığım sonuç.”
Ben bir insanı değil prensibi öldürdüm
Suç ve Ceza kadar dünya çapında sevilerek okunan roman yoktur belki de… Bir cinayetin romanıdır. Raskolnikov, asalak, kan emici, yaşlı tefeci kadını ortadan kaldırarak insanlığa müthiş hizmet etmiş olacaktır. Ruhunda bir sarmaşık bu hülya. Napolyon gibi düşler kendini. Kafasında cirit atan sualler dindiğinde Petersburg’da, bir apartman dairesinde katleder rehineci kadını. Paltosuna gizlediği baltayla… Üstelik vahşete tanık olan tefecinin kız kardeşini de…
Sarınmış kendine yürüyordu Petersburg sokaklarında Raskolnikov; yürüyordu adımları kararsız, ürkek… Çalacak bir kapısı olmayan nereye yürür; bizzat içine… “Ben bir insanı değil prensibi öldürdüm.” diyen suçlunun her adımda kendini aklayan gözü, öbür kaldırımda adımlarını bekleyen câni ruhunu seyretmekte. Solgun yüzünde katlin canlı izleri…
“Sefalet fakirlikten daha beterdir efendim! Bir insanın artık bir yeri olmaması ne demektir bilir misiniz? Her insanın dara düştüğünde çalacağı bir kapı bulunmalı değil midir? Eğer çalacağınız bir kapı yoksa sefalete düşmüşsünüz demektir.”
Okuyucu Raskolnikov’u neden lanetlemez? Çünkü Dostoyevski, kahramanına, öyle sarsıcı bir vicdan azabı çektirir ki, günler geceler boyu onu pişmanlık hissiyle sayıklatır. Beş parasız bu üniversite öğrencisi, daracık........
© Maarifin Sesi
visit website