Bir İnsanlık Dilbestesi: Vakıf Medeniyeti
Tarih, bir anlam haritası olarak toplumların, kültürlerin ve medeniyetlerin tanışmasının, bilişmesinin yarışmasının nasıllığını izah eden sırlar hazinesidir. Doğrular, yanlışlar, hatalar, ihmaller, gayretler ve sevaplardan oluşan bir tecrübeler yumağıdır ve zamanın ibretten ibaret bir şerhidir. İnsanın, milletlerin ve medeniyetlerin fikrî ve fiilî sürekliliğidir. Dün yani hâfızanın ânı yaşayarak süreklilikten dolayı geleceği inşâ/imhâ etmesidir.
Bir ilim olarak tarih, varlığı, dünyayı, insanı, hayatı ve çevreyi anlamak ve bu sayede ayakta kalabilmek için verilen bir mücadeledir aslında. Büyük tarihin sayfaları açıldıkça, içinde celâl ve cemâl tecellîlerinden her ne sırlanmışsa, düne ait her ağırlık, zamanını yaşayarak geleceğe devrolunur.
Tarih milletlerin peşinden gelir. Bu mânâda zamanın ve insanın biriktirdikleridir. Tabiî ki ânı yaşayanlar, dünde kalanların vebâlini çekmez ya da sevabına ortak olmaz. Hayatlarına dünkülerin devrettiklerini miras alarak başlarlar. Zamanın devrettikleri, imha yahut inşâ olarak tecellî eder. Akl-ı selimi kendine yâr olmazsa kişi gördüğünü işler çünkü.
Geçmişi gösterip geleceğe yansıtan bir ayna olan tarihin teşrih masasında tanınan medeniyet, kaynağını dinden alan yüksek bir zihniyet ve idrak seviyesi, bir ahlâk ve inanç manzumesidir. Bütün azameti içinde, kitabî bir var oluş ve yenilenmedir. Medeniyet, şehir mefhumunun ihsas ettirdiği her bir mânâyı içine alan kuşatıcı bir nizamdır. Bu itibarla “din-medine” yani “şehir-medeniyet” kelimeleri arasında müşterek bir bağ vardır.
Medeniyet, medenîliktir. Akl-ı selîm, kalb-i selîm ve zevk-i selîm ile hemhâl olarak edep, erkân, fazilet, terbiye, zarafet, ilim ve irfan timsali bir şehirliliğin ilânıdır. İmanın kuşatıcılığında, ilim, fen ve sanatta kâmil mânâda bir gelişmeyi ifade eden medeniyet, eskilerin, “Ta’mîr-i bilâd ve terfî-i ibâddır.” diye tariflerinde olduğu gibi, beldeleri, ya da şehirleri imar ederek, “kul” olma şuurunu müdrik insanların hayat seviyelerini yükseltme maksat ve gayretidir.
Medeniyetimiz sahip olduğumuz coğrafyalarda faklı şekillerde ve tatlarda, kendini, sakinlerinin kimlikleri olan zengin kültür mahsullerinde göstermiştir. Vakıa kültürel kimlikler, büyük serlevhanın altında birer alt başlıktır ve aynı kapıdan girilen medeniyet konağının odaları mesabesindedir. Bütün unsurlarıyla en hâlis fiillerimiz olan millî kültürümüz dahi, bu büyük konağın selâmlığı hükmündedir. Şurası muhakkak, inceliği yakaladığımız Anadolu ve taht şehir İstanbul’a doğru sürekli yükselen seyir hâli, en son karar kıldığı “aşkın şeref diyarı” “Aziz İstanbul” şahikasının azameti ve büyüleyiciliği ise diğer beldelere nazaran ötelerden ötedir.
Baht şehir İstanbul’dan nasipli beldeler, medeniyetimizin ruh üfleyip hayat verdiği, kültür unsurlarının bütün ihtişamı ve ihtimamı ile yansıdığı, geleneğimizin farklı açılardan tadına doyum olmaz seyrinin yaşandığı ve üslûbun hükümran olduğu şehirlerdir. Başta İstanbul olmak üzere, Edirne, Bursa, Şar Dağı’ndaki devamı Üsküp, Saraybosna ve bütün beldelerin kültür hayatı ve vakfın hayat verip vâkıfların yaşattığı müessesseler yüksek bir kültürün hâkimiyetinde tebarüz etmiş bir dilbestedir. Bununla beraber, kültürümüzün kimyasına sirayet etmiş tasavvufî neşve ise kendini kâmilen hissettirmektedir. Hal böyleyken muazzez medeniyetimiz ve yüksek kültürümüz, “ömrün bütün ikbâlini vuslatta duyan” “cedlerin mağfiret iklimidir.”
Vakıf, işte bu âsûde bahar iklime ait ferahfeza bir esintidir…
Medeniyetimizin şekil ve ruh vererek meydana getirdiği insan merkezli bir hizmet alanı olan vakıf, asırlardır yaşayan ve yaşatan bir nizamın adıdır. Milletimizin var oluş sırrı olan vakıf, coğrafyanın vatan kılınmasında, küre-i arzın bezenmesinde, gönül hoşluğu ile verme esasıyla her günün bir bayram neş’esi içinde geçirilmesinde bir kuruluş ve kurtuluş beratıdır.
Vakıf, temeli imanın hayata aksı olduğu için hukukî kaidelerle sınırları belirlenmiş, tasdik ve tescil edilmiş, korunmuş; “rızâ-yı Bârî” ve “hayırda yarışma” fehvasınca dayanışmanın, paylaşmanın ve kardeşlik şuurunun sürmesini ve pekişmesini esas almış, içtimaî hayat üzerinde derin tesiri olan muazzam ve mübarek bir varlık beyannâmesidir.
Ellerinde beyannameleri hazır olarak bizden önce gelip coğrafyalarımızı yurt tutan atalarımız, vakıf şehirler inşâ ettiler. Yeni girdikleri beldeleri açıp gülzar yaptılar ve cemâl tecellîleriyle şehirleri çehre ve ruhuyla biz kıldılar. Taşa ruh verip ahşabın sıcaklığı ile vakıf binalar inşâ ettiler. Medeniyetimize ait nakışları gergef gergef işleyip viraneyi kâşâneye çevirdiler. Edebin kuşatıcı nur hâlesinin aydınlığında, mahallede, tekkede, medresede, câmide, çarşıda, pazarda, handa, hamamda, imalâthânede, çeşmede, kahvehânede ve sohbet meclislerinde, kimlik kartlarında yazılı olan değer hükümleri ile amel ettiler. Çünkü asıl “hüner, bir şehir bünyâd eylemek”tir. Böylece, gündoğusundan günbatısına dilbestelerle mest oldular. Geçmiş zamanı anda yaşadılar. Her yeni gelen elbette ki kendi zamanını yaşadı. Hâl böyle iken, vaktin sahibi olarak, zamanın getirdiklerini yeniden söyleyerek var oldular. Her beldenin bu üslûptan nasibi farklı, hepsinin payına düşenin tadı, rengi ve rayihası ayrı oldu tabiî ki.
Her şehir, Anadolu ve Rumeli’nin kalpgâhı mesabesinde müstahkem bir mevkide karar kılan pür medeniyet yansımasıdır. Bu bakımdan adı dilde yâdı gönülde kalan şehir ve bölge........
© Maarifin Sesi
visit website