Yarına Umutla Bakmak
İlim tâlibi, gayretli, hamiyetli genç kardeşlerim… O saf, temiz gönlünüze düşen yönleriyle derin ve ağır meseleleri, İslâm, ilim ve anlama kavramlarını cem ederek bir senteze ulaşma amacındasınız.
Ben bu amacı selamlıyorum… Bu heyecanı. Bu saf ve temiz gönle yansıyan fikri!
Bir meselesi olan gençliği selamlıyorum… Çağının dertlerini kendine dert bilen, müspet ve makul bir çıkış kapısı arayan ve bunun için düşünen gençlerimizi. Fikre, meseleye düşen yarınların ilim, sanat ve fikir adamlarını selamlıyorum.
Şunun altını çizelim: Meselesi olan insanlar yarınları inşa edecektir… Mesele, derttir. Evet, dertliyiz; ama ilmin ışığında her derdin bir dermanının olduğunun ayrımına varıp gayret edeceğiz. Bu gayret, bu umut ve bu düş bizi dermana ulaştıracaktır.
Ama öncelikle, meselemiz nedir? Onu iyice tespit etmek, doğru bir teşhiste bulunmak gerek. Doğru teşhis, doğru tedavidir… Tanzimat ve Meşrutiyet sürecinde, Osmanlı modernleşmesi, meseleyi “geri kalmışlık” kavramı etrafında anladı. Geri kaldık; zira bu geri kalmamıza sebep olan şey inancımızdır, diyenler çıktı. Bir “yenilgi psikolojisi” inşa edildi. Dışarıya açılalım, ”muasır medeniyetler seviyesine ulaşalım” derken hep o yanlış teşhisin oluşturduğu öğrenilmiş çaresizlikle, edilgen, özgüvenini kaybetmiş bir “aydın tipi” oluştu. Meselelere çare arayacak, derde derman olacak doktorun kendisi hastaydı… Kendisi hasta “doktor”, himmete muhtaç “aydın” kime, hangi çareyi sunacaktı? Nitekim sunulan reçeteler hep acıydı; böylece millet kendi gerçeğine ve toprağına yabancılaştı. Hala bu yabancılaşmanın tesirinden kurtulmuş değiliz. Hala edilgen, nesne…
Edilgen akıl, kullanılan, kurulabilen, algıyla yönlendirilen akıldır… Nesne toplum, üzerinde çeşitli operasyonlar yapılabilen toplumdur.
Bu akıldan kurtulmak; akleden, üreten, çalışan, topluma ve millete yararlı olan, özgüven sahibi aklı yeniden ortaya çıkarmalıyız.
Nesnel, oraya buraya çekilen toplum değil; tarihe tutunan, ulu bir çınarın gölgesinde yeniden kendi medeniyet kodlarını keşfedip, ilim ve sanatta kendi öz projeleriyle hayata dokunan toplumu inşa etmeliyiz.
İş, ticaret ve üretim ahlakı, komşuluk hakkı ve hukuku, “insanın biricikliği” ilkesini mesnet edinen temel insanı hak ve hürriyetler, çevre ve doğal hayatı koruma bilinci gibi bizi biz yapan esasları yeniden hatırlamak; meselelerimizi bu hatırlayış içerisinde aramak durumundayız… Teknolojik gelişmeler ve fen bilimlerinde yapılan keşifler, “ilerilik ve gerilik” ölçeklerinden sadece birisidir. Modernleşme sürecinin “aklı karışık aydını” bu ölçeği yegâne unsur olarak gördü, kendimizi yenilememiz, kendi toprağımızda yeniden hak, hukuk ve ahlak çerçevesinde varlık çabasına girmemiz gerekirken, bize sadece teknik ve bilimsel keşfin penceresinden hayata bakmayı salık verdi… O bakış, o paradigma bizleri korkuttu, “muasır medeniyet” çabası için mücadele etmek yerine, içine kapalı, aciz topluluklar haline getirdi.
Hayır, düştüğümüz yerden kalkacağız… Yarınlar bizim olacak. Yahut kendi yarınlarımızı inşa edecek idrake ereceğiz. Bunun için önce, akıl hürriyeti için mücadele etmeliyiz. “Aklı hür” insan, oluşturulan akılla, algı ve paradigmalarla hareket etmek yerine, kendi değerleri ve mantığıyla sorgulayarak hakikate ulaşmaya çabalayan insandır.
Düşünmek, mantık ve usul işidir… Düşünme mantığımız, bize Fıkıh usulünü kazandırmıştı. Fıkıh usulü, bizim medeniyet tasavvurumuz içinde, bilgi edinme yollarını ve sınırlarını öğreten temel ilkeleri veriyor. Şimdi o ilkeleri yeniden tanıyarak, aynaya bakmış olacağız. Mantık, dil içinde gelişir; kavramlarımız, gramerimiz, belagatimiz, söze yüklediğimiz mana… Biz dil kaybı yaşadık. Dil kaybı derken, dil tartışmalarına, sadeleştirme çabalarına ve bu meyanda oluşan dil politikalarına girmek istemiyorum; dil kaybı, kelimeden çok kavram, gramer ve anlam kaybıdır… Demem o ki, mecazı, teşbihi kaybettik.
Bu kaybı bulmak için bir keşif yolculuğuna çıkalım… Belagat okumadan usûl okursa bir kişi, mecazı ve hakikati ayırt edemez ise,........© İnsaniyet
