ADALET, HUKUKUN TAŞIYABİLECEĞİNDEN ÇOK DAHA AĞIR BİR YÜKTÜR
Adaletin Doğası ve Kültürel Kökeni
“Adalet” içinde yaşadığımız dünyadan ziyade içimizde yaşattığımız dünyaya ait bir kavramdır. Yerkürenin üzerinde diğer hayvanlar dâhil hepimiz beraber yaşasak da sadece insan bu fiziksel dünyanın içinde bir anlam dünyası yaratır ki biz buna ‘kültür’ diyoruz. “Adalet” doğa durumunda olmayan, insan ürünü, insanın doğaya yansıttığı bir kavramdır. Tıpkı doğada bir değeri ve karşılığı olmayan, kültür alanına ait özgürlük, eşitlik, doğruluk-yanlışlık, iyilik-kötülük kavramları gibi. Dünyadan insanı ve insanın inşa ettiği kültürü çıkarırsak, “adalet” ve “adaletsizlik” anlamını yitirir.
Fiziki dünyanın yanında bir kültür dünyası inşa etmemizi, dile borçluyuz. Toplumsal hayatı kurup sürdürmemize yarayan dille inşa ettiğimiz kavramlar aynı zamanda bize sorumluluklar yükler. İnsan gibi yaşamak dediğimiz şey esasında, doğa durumunda olmayan dille var ettiğimiz adalet, iyilik-kötülük gibi kavramlara uymaya çalışarak yaşamaktır.
Bu tespitin ardından cevaplanması gereken önemli soru; iyinin-kötünün ne olduğu, dolayısıyla adil olanın ne olduğudur. Bütün bir düşünce tarihi her şeyin yanında bu sorulara yönelik cevap arayışlarıyla doludur.
Adalet de sağlık gibi ancak yokluğunda akla gelen, negatif tanımlanan bir kavramdır. Dünyanın kurgusunda adalet yoktur. Adaletin ne olduğunu, nasıl tesis edilmesi gerektiğini çoğu zaman maruz kalınan adaletsizlikler belirler.
Adalet talebinin belirdiği en küçük birimden yola çıkacak olursak, insanların farklı sosyal ortamlarda yetiştiği gerçeğini dikkate almamız gerekir. Kimi insan öyle yetiştirilir ki dünyanın kendisine borçlu olduğunu, her şeyin en iyisini doğuştan ‘hak ettiğini’ düşünür. Bazı insanlar ise hoyrat bir çevrede varlık bulduklarından değersiz olduklarını ve her şey için çok fazla çalışmaları gerektiğini düşünür. Kimi borçlu doğar, kimi de doğduğunda bile alacaklıdır. Haksızlığa uğradığında haksızlık edene karşılık vermeyi küçüklük sayanlar olacağı gibi, dalını kıranın ağacını kökünden sökmek isteyenler de olacaktır. Herkesin vicdanı farklı şekilde tatmin olur. Adaleti herkes kendi meşrebince kendi rengine boyar.
Toplumlar da adalet kavramının içini kendi değerleriyle doldurur. Tarihteki yasa yapıcıların tecelli etmiş iradelerine baktığımızda, öküz öldürenin öldürülmesinden yahut içine kötü ruh girdiği düşünülen insanların toplum önünde yakılmasından, insana zarar verildiği için küçük bir para cezası verilmesine kadar uzanan geniş bir hukuk/adalet spektrumu görürüz. Hukukun parlak yıldızı sayılan Roma kanunları bugün uygulansa, belki de Romanın zulümleri olurdu.
Toplumda herkes birbirlerine ihtiyaç duysa da bazıları diğerlerine daha çok ihtiyaç duymuş ve bu, hiyerarşiyi doğurmuştur. Pek çok örnekte toplumda üretilen değerler grup içerisindeki daha küçük grupların elinde toplandığından; bireysel mücadeleler, gereksiz rekabetler, küçük hesaplar, çıkar kavgaları kayıplara neden olmuştur. Toplumdaki değerlerin büyük kısmını elinde bulunduranlar konumlarını koruyabilmek için şiddete başvurmuş, şiddete maruz kalanlar da buldukları her fırsatta şiddete şiddetle karşılık vermiş ve ortaya bir şiddet sarmalı çıkmıştır. Bu şiddetin kontrol edilememesi insanları bir düzen arayışına itmiştir.
Modern devlet ve modern toplumsal hayat dediğimiz şey; resmi ve meşru şiddetin, gayrıresmi ve gayrimeşru şiddetten ayırt edilmesiyle ortaya çıkar. Bunu ayırt eden de “hukuk” tur. Hukukun tanımladığı bir alanda hukukun tanımladığı şekildeki güce sahip olan yapı; sınırlanmış ve denetlenen gücü kullanmak yoluyla, gücün caydırıcı etkisiyle toplumsal düzeni tesis eder. Taraflar hukuka riayet etmediklerinde iktidar onları riayet ettirmek için şiddet kullanabilir. Bu hem insanların menfaatinedir, hem de meşru şiddettir.
İktidarın oluşumunu tarihsel gelişimden bağımsız bir şekilde mevcut haliyle anlamaya çalışan bazı düşünürler iktidarı insanlar arasındaki kuralları uygulamakla görevlendirilen bir makam olarak tasarlar. İktidar, taraflardan bağımsız üçüncü bir gözdür. Tıpkı futbol maçında hakemin gördüğü işi yerine getirir. Bu durumda iktidar bir zorunluluk değilse bile bir ihtiyaçtır. Kuralları yaratan o değilse bile kuralların uygulanmasını sağlayarak cansız kurallara can veren odur.
Otorite, Hukuk ve Adalet
Otoriteyi meşru iktidar olarak, yani rıza güç olarak tanımlayabiliriz. Mesela toplum sözleşmesi fikri, böyle bir rızayı teorik olarak tesis etmenin yollarından biridir. Kaba güç ise farklıdır. İnsanlar muktedirin istediğini yapmamanın bir yolunu bulurlarsa yapmazlar. Yaparlarken de aslında rızaları yoktur. Zorbalıkla belli şeyler yapılabilse de bu durum ancak kendisinden daha büyük bir güçle karşılaşana kadar sürer. Bir babanın okuduğu gazetenin üzerinden ufak bir bakış atarak mesajını iletmesi ise bir otorite kullanma pratiğidir.
Herkesin birbirini tanıdığı küçük ölçekli topluluklar olan kabilelerden topluma geçişte yasalar önem kazanır ve hukukun hikâyesi toplum ile başlar. Hukuk, şiddet kullanımının meşruiyetini belirler. Fakat hukuk tek başına ve kendiliğinden sırf var olmasıyla ne meşruiyeti tamamen tesis........
© Hukuki Haber
