Yeniden ıslah ve direniş hamlemizin ilk sesi. El-Urvetü'l Vüska Dergisi
Modernitenin yayılma sürecindeki ilk mecmuamız olan el-Urvetü’l Vüska, 140 yıl önce mevcut zaaflarımızı ve ataletimizi ıslah etmek, Batılı paradigmanın zihnî ve fiilî kuşatmasını aşmak için kullandığımız ilk etkili iletişim ve tebliğ aracımızdı. Mekke’de ve diğer cahili hayatlarda karanlığı yaşayan insanlara hakkı ve ilahi korunmuş aydınlığı göstermek için cihanşümul bir yol olarak Kur’ân vahyi nazil olmuştu. O vahyin sosyalleştirilmesinde de ilk örneğimiz Allah’ın Elçisi ve onunla birlikte olanlar “tertilen” öğrendikleri ilk ayet kümelerini basiret üzere ilkin Mekke ahalisine tebliğ etmek için Mekke örfünün davet, himaye, i’laf, panayır, eman gibi cahili sistem içi araçları vahyi ilkeler çerçevesinde kullanmışlardı.
19. yüzyılın başından itibaren iletişim vasıtası olarak gazete ve mecmua Avrupa modernitesi içinde üretilen Batı paradigmasına ait sistem içi bir araçtı. Önce ümmet olarak dağınıklığımızı, kaynağımızın asıl ölçülerinden uzak kalışımızı aşmak azmindeki Mısırlı ve Hindistanlı “rasihun” ve “muslihun”dan olan “ulu’l el-bab” ile hizmet ehli akîl adamlarımızla kurulan ve adını “Tağut’u inkâr edip Allah'a inanan kimse kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa (el-urvetü'l-vüska) sarılmıştır.” (2/256) mealindeki ayetten alan Urvetü’l Vüska adlı dayanışma ve ıslah heyeti veya gönüllü mücadele teşkilatı kurulmuştu.
Urvetü’l Vüska, Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh önderliğinde İttihad-ı İslâm emelini ve genel ıslah projesini güçlendirmek, İslâmî kanaat önderleri ile irtibat sağlamak amacıyla modern basılı aracı kullanmak istemişti. Batı cahiliyesinin etkili iletişim aracı olan bu matbu teknolojik ürün, el-Urvetü’l Vüska ismiyle 13 Mart 1884 yılında Paris’te yayımlanmaya başlandı. Bu mecmua ile birlikte ümeradan ulemasına kadar güç ve irtibatları dağılmış olan dünya Müslümanlarının selim akıl sahipleri arasında el-Urvetü’l Vüska ilk defa matbu yayın formunda değerlendirilen bir iletişim aracı oldu ve uyanış rüzgârını güçlendirdi.
Hâli Pürmelalimiz
Zaafları fırsata çeviren Mekkeli atlılarla kuşatılarak Uhud’da yaşanan yenilgi gibi, 19. yüzyılda da tuzağa düşmüş mağlubiyetlere yakalanmıştık. Hem zindeliğimizi ihya etmenin hem küffara karşı direnişin imkânları peşindeydik. Cezayir düşmüş; Mısır zemini peş peşe Fransızlar ve İngilizler tarafından delik deşik edilmiş; Osmanlıların Balkanlar ve Makedonya’daki tabii mecrası heyelana uğramış; Ruslar batıda Yeşilköy’e, doğuda Bitlis, Erzurum, Trabzon’a kadar gelmişlerdi. Şah Veliyullah Dehlevi ile yükselen Hint alt kıtasındaki İslâmî uyanış ve tebliğin kazanımlarını korumak için oğulları ve diğer talebeleri İngiliz sömürüsüne/işgaline karşı ölüm kalım mücadelesi vermeye başlamışlardı. Zaten Kızıldeniz’in açıldığı Hint Okyanusu’nda Bağdat, Endülüs, Sicilya medreselerinde geliştirilen fen bilimleri ve teknik bilgiyi emperyalist amaçlarla edinerek Sanayi Devrimi’ne yürüyen yeni Avrupa güçleri, geliştirdikleri araç ve silah teknolojiyle Müslümanların kalyonlarının önüne Rabbimizin deryasında barikatlar oluşturmuşlar, seyahat özgürlüğünü kısıtlamışlardı.
Müslüman halkların yönetici elitlerinin, subay sınıfının, okumuş gençlerinin önemli bir kısmı tarihî süreçte yitirdiğimiz “nimet”i itikadi, amelî ve teknik bakımdan yeniden ihya etmek yerine, güçlü olabilmek için galiplere benzeme mukallitliği peşine düşmüşlerdi. İçimizdeki Garpzede Genç Osmanlılardan çoğalan seküler uluslaşma hayranı Jön Türkler, Jön Kürtler, Jön Araplar Jön Farslar vd. de bu çıkmaz patika sapaklarında ısırgan otu gibi boy atmışlardı.
Tarihî düşkünlüğümüzle ilgili temel soruyu ilk defa duyulacak şekilde Cezayir’de Frankafon bir eğitim alan ama ıslah öncülerimizden Abdülhamid bin Badis mektebinin uyarılarına kulak veren Malik bin Nebi gündeme taşımıştı: “Mağlup mu olmuştuk, sömürüye müsait hâle mi gelmiştik?” Düşmanımıza küresel gücü ele geçirdiği için âşık olmamalıydık. Mağlubiyeti ve çözülmeyi aşmak, kimliksel melez eğilimlerden kurtulmak için zafiyetler barındıran kültürümüzle değil, onu da ıslah edecek olan fıtratın ve mutlak ilmin kaynağı ile yeniden buluşmamız gerekmekteydi.
Urvetü’l Vüska’nın Ortaya Çıkışı
Uzun erimli bir mücadele sürecinin safhalarını bir mekânda ya da bir memlekette aşama aşama oluşturma ve örnek bir sosyal modele dönüştürme çabaları, yıkım ve mağlubiyetlerin kesinleşmesinden sonra yapılması gereken önemli bir hamleydi. Önce zaaflar da taşısa kendini İslâm’a nispet eden mevcudu korumak gerekliydi. Ancak bozulma ve mağlubiyet sebeplerimizi nass temelli müzakere ve “teakkul” etmeden, tarihî şartlarla kayıtlı eski ilm-i hâlini sürekli tekrar eden taklitçilikten, değişen vakıa ve sabit nass temelli yenileyen içtihatlarla yeni ufuklara açılmamız gerekliydi. Dahası kuşatma altındaki bütün ümmet coğrafyasında, imkânlarımızı ıslah etmek niyetiyle “var kalma” mücadelesi öncelikliydi. Cami ve mescitlerimizin, mezarlık ve vakfiyelerimizin gök kubbesini kuşatan ezan çağrıları da, kitabımız da, kıblemiz de birdi. Ama modernitenin “ilerlemecilik” büyüsü ile bütünleşmiş Batılı yayılmacıların temel hedefi Müslümanların zayıflayan gücünü tamamen tasfiye etmek ve ümmet coğrafyasında bizleri kendi batıl hayat tarzlarıyla asimilasyona uğratıp sömürü pazarını büyütmekti. Kimliğimizin üstüne çökmek isteyen bu heyelan karşısında ilkin aidiyet duyduğumuz isim olarak var kalmak zorundaydık. Bahsettiğimiz el-Urvetü’l Vüska dergisinde en çok vurgulanan konulardan birisi buydu: İttihad-ı İslâm.
Mevcut dağınık parçalarımızı Afganistan’dan, Hint alt kıtası ve İran’a; Anadolu’dan Şam’a, el-Cezire’den Mağrib’e; Balkanlardan Yemen’e; Sudan’dan, Trablusgarp’tan Kazan’a kadar birbiriyle irtibatlandırmak, İttihad-ı İslâm’ı güçlendirmek; müstevlilere karşı zihinlerde ve fiiliyatta bir direniş zinciri oluşturmak zorundaydık. İlk elde anın vacibi buydu. Bunun için de, ilmin kaynağı ile hayatın içindeki sorunlarımızı çözmek için kurulan canlı ve istişari temaslar sürecinde tefakkuh ve tedebbür eden öncülerimiz birikim ve gözlemlerini buluşturmak için Uzak Asya’dan Atlas Okyanusu kıyılarına, çöl ikliminden step iklimine kadar kan ter içinde sürekli koşuşturdular. Bu çabalar sonucunda kelime-i tevhid bilinci ile yükselen uyanış ve birliktelik şiarının dalgalanan en belirgin ilk bayrağı el-Urvetü’l Vüska ortaya çıktı. Temel stratejisi ne reform, ne modernizm, ne kör taklitçilik veya “müdahane” başka bir ifadeyle melez kimliğe sığınan muhafazakârlıktı. Temel stratejisi, bütün resullerin hayatlarıyla örnekliğini gösterdikleri ıslah mücadelesi idi ve “muslihun” ile birlikte olabilmek, birlikte yürüyebilmekti…
Islah, bozulanı, pörsüyeni fıtratla ve vahiyle buluşturup yeniden dipdiri, zinde ve pak hâle getirmek çabasıydı. Kitab-ı Kerim’de kullanılan “ıslah” kavramı, her türlü zulüm, kir, sömürü ve şirkten arınıp kaynakla buluşmak, korunmuş münzel vahyin gösterdiği asli çizgiler üzerinden yeniden ayağa kalkmak demekti. Islah, tarihî sürecimiz içinde İbn Tümerd’in, İbn Teymiye’nin, Veliyullah Dehlevi’nin ıslah çabalarını, modern çağın karanlık cahili ölçülerinden sıyrılarak, kötülük odaklarından hicret ederek tazelemek, “hak” olanı yeniden gündeme taşımak demekti. Bu çabaların tomurcuk veren ilk çiçeklenmesini 19. yüzyılın son onlu yıllarında el-Urvetü’l Vüska ile görebildik. Üstelik ıslah, irtibat ve........
© Haksöz
visit website