Varlığımızın evi!
2006 yılında kızımız doğduğunda, annesi ile karar verdik; çocukla sadece Kürtçe konuşacaktık, Türkçeyi biz ona öğretmeyecektik, çünkü Türkçe ikimizin de ikinci diliydi, ikimizin de aksanı vardı, çocuk bizim gibi aksanlı Türkçe konuşsun istemiyorduk. Nihayet anaokuluna gidecek yaşa geldi çocuk, aldık götürdük okula, yöneticilere durumu açıkladık, “Biz bu çocuğa bilerek Türkçe öğretmedik, anadilini doğru düzgün öğrenmeyen başka bir dili zor öğrenir” dedik, “şimdi bu çocuğa siz Türkçe öğretin ki aksansız, doğru düzgün öğrensin” dedik. Birkaç gün sonra, o zamana kadar Türkçe bilmediğimi sanan kızım bir okul dönüşü bana Türkçe öğretmeye kalkıştı, “Baba ‘nan’ ekmek, ‘av’ su demektir” dedi. Öyle öyle kızımız bir süre sonra mükemmel İstanbul Türkçesiyle konuşmaya başladı, anadili olan Kürtçeyi de çok iyi konuşuyordu zaten.
Hayata iki dille başlayan çocuk kısa süre zarfında iki dil daha ekledi onlara, lise son sınıfta okuyor, dört dil arasında çiftetelli oynuyor şimdi.
*
Benim işim bu kadar kolay olmamıştı oysa. Ben tek dilin dünyasına doğmuş bir çocuktum. Taşın sert olduğunu anladığım yaşa geldiğimde, yeryüzünde sadece tek bir dil olduğunu, o da anadilim olduğunu, Tanrının bile sadece Kürtçe bildiğini sanıyordum. Okula gidecek yaşta değildim ama yine de ağabeylerimin arkasına takılıyor, onlarla köy okuluna gidiyordum, yerim olmadığı için öğretmen beni kendi sandalyesine oturtuyordu. O tek derslikli okul binasında her şey bana yabancı ve büyüleyiciydi. Üzerine bastığımız tahta zemin, evimizin duvarlarına benzemeyen betonla sıvanmış duvar, çinko dam, kulplu kapılar ve o efsunlu yapının boşluklarını dolduran, hayatımdan hiç duymadığım bir lisanın büyülü kelimeleri… O kelimeleri arka arkaya dizerek konuşan; giyimi, saç stili, elindeki cetveli, tahtayı çiziktirdiği tebeşiri, ayakkabıları köylülerden farklı olan adına öğretmen dedikleri o adam... Onu bizim gözümüzde “yabancı” kılan, onun konuştuğu dildi sadece. Bizim dilimize benzemiyordu dili ve hayatımızda ilk defa duyduğumuz o dili, o çok uzaklardan, ta Balıkesir’den gelmiş olan o “yabancı” adam bize öğretecek, biz de öğrendiğimiz o yeni dil sayesinde “başka” insanlar olacaktık!
O sırada bizim için cehaletten kurtulmanın yolu o adamın anlattıklarına iyi kulak vermek, öğretmeye çalıştıklarını ne yapıp edip öğrenmekti.
Demek ki sorun dildeydi. Yeni bir dil bizim için yeni bir hayat demekti! Yeni dili öğrenecek, böylece eski hayatımızın “karanlık dünyasından” kurtulacak, yeni dilimizin “aydınlık dünyasına” adım atacaktık.
*
Yıllar sonra; Nazi sempatizanı, felsefe tarihinin en mühim eserlerinden “Varlık ve Zaman”ın müellifi; koluna “sarı yıldız” takıldıktan sonra Yahudi olduğunu öğrenen, her türlü “izme” karşı, şiddet üzerine çalışmış, kafayı “totaliter örgüt” ve “totaliter yönetimlere” takmış, “Totaliter örgütlerin üst yönetiminde herkes şefin yalan söylediğini bilir. Ama şef kaybederse hepsi kaybedeceğini bildiklerinden susarlar. İlke, şefin yanılmazlığı değil yenilmezliğidir; buna olan inanç biterse totalitarizmin hayal dünyası bir anda çökecek ve gerçek kazanacaktır” diyen Hannah Arendt’le büyük bir aşk yaşamış olan büyük Alman filozofu Heidegger, “Dil, varlığın evidir. İnsan, varlığın evinde iskân eder. Düşünce üretenler ve kelimelerle bir şeyler yaratanlar, bu evin muhafızları olan kişilerdir” dediğini öğrendiğimde; her daim mezkûr meselelerimizden birisi olan Kürt meselesinin bir “Kürtçe meselesi” olduğunu kavramış, buna dair birçok kitap yazmış, ömrünün bu deminde de bu meseleyi çözmenin yolunun o dili yaşatmaktan geçtiğini kavramış, “ölen her Kürtçe kelimenin bir Kürt milliyetçisi doğurduğu” sonucuna varmıştım artık.
Ama benim için hayati bir soru hâlâ havadaydı:
Peki benin “varlığımın evi” hangi dildi?
Bu sorunun cevabıyla çok uğraştım ve sonunda iki evimin olduğuna karar verdim. Evimde Kürt, sokakta Türk’tüm. Burada yazdığım yazıları yazarken Türk, karım ve çocuklarımla konuşurken Kürt’tüm. Memleketime gittiğimde Kürt, İstanbul’da dostlarımla sanattan, edebiyattan, hayattan konuşurken Türk’tüm. Rüyalarımda hem Kürt hem de Türk’tüm, iki dilden geliyordu bana rüyalarım çünkü. Daha da ilginci İstanbul’da Kürt, İsveç’te Türk’tüm. Bir dilin dünyasından uzaklaşmaya başladığın anda, kelimeler takılır peşine, yakanı bırakmaz çünkü. İstanbul’daki evimizde ev dilimiz Kürtçeyken, İsveç’teki evimizde ev dilimiz Türkçe oldu bir anda. Farklı mekanlarda, farklı zamanlarda iki kimlik arasında maaile gidip gelmeye başladık.
Halimizden memnunuz şimdi.
*
Her şeyin müsebbibi dildir.
Dil bölücüdür. Bölücülükten korkanların yapması gereken tek şey, dünyanın bütün........© Habertürk
visit website