Tanpınar, Abasıyanık, Meriç, Puşkin ile Paris...
Yeniçeri Ocağı’nda padişah için av köpeği yetiştirmekle görevli “saksoncubaşı” bir Gürcü babanın oğlu olarak; kendisi de aynı ocakta “yirmi sekizinci ortada” hizmet gördüğü için hayatı boyunca bu sıfatla anılan, çorbacılık ve muhzır ağalığından katipliğe terfi edilen, oradan Darphane defterdarlığına geçen, daha sonra Sultan Üçüncü Ahmet’in saltanatında başmuhasebeci olan, 1720 yılında da Osmanlının memleket dışına gönderdiği ilk sefir sıfatıyla Paris’e giden, bu şehirde on bir ay kaldıktan sonra, dönüşünde gördüklerini, yediklerini, içtiklerini “Sefaretname” adında bir kitapta toplayan Yirmisekiz Mehmet Çelebi olmasaydı eğer münevverlerimizde o günden başlayıp bugün de süren “Paris aşkı” olur muydu bilinmez ama bilinen bir şey var ki, Paşa’nın seyahatnamesinin daha sonra Fransızlar tarafından “Jön Türkler” diye adlandırılan “rejim muhaliflerinden” fırsatı bulanın Paris’te soluk almasına öncülük eden bir eser olduğudur.
Paşa öyle bir şehir anlatıyordu ki seyahatnamesinde, gidip görmemek, görüp de yerleşmemek olmazdı!
Padişah tarafından resim eğitimi için çok önce gönderilen Şeker Ahmet Paşa gibilerini saymazsak Paris’te ilk soluğu alanlardan birisi Namık Kemal’le birlikte “Tasvir-i Efkar”gazetesini çıkaran Şinasi’dir, gazetecilik ve yayıncılık alanında bir yığın bilgiyle geri döndü sonra. Gazetesini bıraktığı arkadaşı Namık Kemal ise muhalifliği elden bırakmadı, Erzurum’a vali yardımcısı olarak atandı belki susar diye ama o Erzurum’a gitmek yerine, Paris’e kaçtı. (Bu Erzurum-Paris bahsine daha sonra tekrar geleceğiz.) Onu Ahmet Rıza takip etti. Şair Yahya Kemal, mektep çağına gelince, Paris’te bir kongre toplayacak kadar biti kanlanmış Jön Türklerin bu şehirde yazıp memlekete soktukları “muzır neşriyatın” etkisine çoktan girmişti. O da “mektep okumak” üzere Paris’in yolunu tuttu.
Yahya Kemal Paris’e gidince tıpkı Anadolu’nun herhangi bir taşra şehrinden daha önce İstanbul’a gelmiş olan “hemşerisini” arayan köylüler gibi o da hemşerilerini aradı Paris’te. Bu şehre daha önce gelmiş olan Ahmet Rıza, Samipaşazade Sezai, Mustafa Fazıl Paşa, Prens Sabahattin, Abdullah Cevdet, Abdülhak Şinasi Hisar gibi şahsiyetler Paris’in acemisi bu gence hemen kol kanat gerdiler. Yahya Kemal Paris’teyken Paris Osmanlı münevveri için öylesine muazzam bir çekim merkezi olmuştu ki, 1902 yılında bu şehirde toplanmış olan Birinci Jön Türk Kongresi’ne 47 delege katılmış, kongrede şiddetli münakaşalar yaşanmış, heyet Abdülhamit saltanatına karşı “askeri ihtilal” mevzuunda anlaşıp “dış güçlerin desteği” mevzuunda anlaşamayınca hır çıkmış, hırlaşmanın sonucunda da bugün bile siyasi hayatımızın üzerine bir kâbus gibi çöken İttihatçıların sahneye çıkmasına sebep olmuştu.
Yahya Kemal, Paris’te tam on sene kalıp kendi deyimiyle “mektepten memlekete” dönünce; tıpkı uzun bir süre İstanbul’da kalıp Anadolu’nun herhangi bir şehrinde bulunan evine dönen İstanbul görmüş köylünün etrafını saran hemşerileri gibi; İstanbul’daki münevverler de onlara Paris’i anlatsın diye Yahya Kemal’in etrafını öyle sarmaya başladılar.
Heyhat, bu büyük şairin pek Paris’i anlatmaya niyeti yoktu anlaşılan.
Ondan hep Paris’i anlatmasını bekleyenlerden birisi de “tilmizi” Ahmet Hamdi Tanpınar’dı. Evet, “konuşurken bulan adam” Yahya Kemal Paris’teki kahve sohbetlerini İstanbul’a taşımış, o kahvelerde dinleyici halkası her geçen gün genişleyen sohbetlere dalmış, kendisini huşu içinde dinleyenlere kendi dil, kültür ve medeniyet tasavvurunu anlatmış ama Paris’e dair “özel bir hatırat” yazmamıştı ki yeni nesiller Avrupa kültürünü tanısın! Tanpınar Günlüğünde, 27 Ağustos 1960 Pazar günü şunları yazar:
“Asıl dikkatimi çeken, beni hakikaten üzen şey on senelik Avrupa tecrübesinin, sefirliğin hatırasının birkaç satırda ve sadece milliyetçiliği behemehal kendi bulması için harcatması. Elbette Yahya Kemal hatıra yazmaya mecbur değildi. Fakat o şekilde başladıktan sonra bize Avrupa’yı anlatması lâzımdı. Büyük resimle temasından, garbı anlayışından, musikîden, devrin edebiyatçılarından, sevdiği kadınlardan bahsetmesi.” (Günlük, Dergah Yayınları, s.206)
Ama yazarak bahsetmedi işte büyük şair. Çoğu güzel konuşan insan gibi hep konuştu, konuştukları da uçup gitti ölümüyle birlikte ne yazık ki.
Ahmet Hamdi Tanpınar, “sokaklarını resmin zapt ettiği”, caddelerinden “kitap taşan”,bir “büyük pota” olarak gördüğü Paris’e, yetiştiği Fransız kültürünü yerinde tanımak; çokça yazarlığını besleyen, okuyup hayran kaldığı Baudelaire, Hugo, Mallerme, Valery’nin yaşadığı, gezip tozduğu mekanları görmek; daha çok da karşısında kendini hep “küçük” gördüğü, düşünüş biçimleri birbirine çok yakın, İstanbul’un eski semtlerinde beraber gezip yitirdiklerimize birlikte kederlendiği, şiire son noktayı koyduğuna inandığı Yahya Kemal’in bu şehirdeki izlerini, hatırlarını görüp hissetmek için, ta gençlik yıllarından itibaren Paris’e gitmek ister. 1936’da hayalini kurduğu bu dileğini yüksek sesle ifade eder ancak Paris’e ilk defa 1953’te gider. (“1925’te Avrupa’ya gitseydim, başka adam olurdum,” der günlüğünde.) Gider gitmez de arkadaşı Adalet Cimcoz’a, 6 Nisan 1953’te gönderdiği mektupta şunları yazar:
“Paris’teyim, anladın mı kardeşim, Paris’te. Ve pusulasız, direksiz bir gemi gibi dolaşıyorum. Bu şehirde gözüme ilk çarpması icap eden şeylerin hepsini bitirdim. Şimdi iki şey kaldı: Birincisi paranın verebileceği lezzetler ki onları hiçbir zaman tanıyamayacağız, bir de şehrin kendisi ve alışmak.”
Ve üç gün sonra bu kez Sabahattin Eyüboğlu’na bir mektup yazar:
“Nihayet bu olmayacak iş oldu ve ben Paris’teyim. Ne kadar kolaymış. Paris’e gelmek kolay fakat orda kendini tabiî bulmak güç. Bugün onuncu gün, henüz şehre alışamadım. Fransızcam midye kabuğu gibi, kâh açılıyor, kâh kapanıyor, adeta isterik bir Fransızca. Şehri henüz tanımıyorum. Bende yerleşmedi. Daha ziyade bir panayırda gibiyim.” (Günlük, s.48-49)
“A. H. Tanpınar’ın Kültür ve Sanat Dünyasında Paris” başlıklı makalesinde akademisyen Murat Koç, “Beş Şehir” adında muazzam bir eser yazmış olan romancının Paris ve İstanbul’u diğer şehirlerden ayırdığını söyler. Onun için bu iki şehir başka “ilhamların”, farklı “manaların” şehirleridir. “Boğaz’da Akşam” şiirinde bu iki şehre şöyle seslenir:
“bir rüyanın ortasındayım
iki sevgilim Paris ve İstanbul
el ele raksediyorlar derinde,
bütün yazlarımın bahçesinde”
Paris sokaklarında dolaşırken, “dışarıda örgütlenip içerde ihtilal yapmak” fikrini o gün bugün içlerinde hep bir “hülya” olarak büyüten ihtilalci gençlerin, o günün Jön........
© Habertürk
visit website