menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

İnsan neden "makinalaşmak" ister?

70 0
15.09.2024

Üç kişiydiler. Nazım Hikmet, Vâlâ Nurettin (Va-Nû), bir de Şevket Süreyya Aydemir.

Anadolu’da ihtilal yapanlardan pek “yüz bulamayınca” yola çıktılar; başka bir ihtilal diyarına, birkaç sene önce “Bolşevik İhtilalini” yapmış olanların memleketine, Moskova’ya gittiler. Bu şehirde yeni kurulmuş olan Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde tahsil görecek, iyi birer komünist olarak döneceklerdi memleketlerine.

Nazım Hikmet ile Va-Nû, Puşkin Meydanı’nda, iki katlı, şirin bir talebe yurduna yerleştiler. Açlık vardı her yerde. Onların payına düşen günde bir çeyrek kara ekmek, yarım lahana ve bir iki havuçtu…

Nazım Hikmet, Mayakovski etkisiyle “dalgalar şeklinde” şiirler yazmaya o günlerde başladı. Durumlarını şöyle geçirir “dalgalar şeklinde” yazılmış bir şiire:

“24 saatte 24 saat Lenin

24 saat Marks

24 saat Engels,

yüz dirhem kara ekmek,

20 ton kitap

ve yirmi dakika şey!...”

Arkadaş grubu büyümüştü kısa sürede; akşamları, büyük ateşler yakıp etrafında halka oluyorlardı. Ağarmakta olan “geleceğin” ufkuna dikmişlerdi gözlerini. Bir de birbirlerinin kişiliklerini çekiyorlardı sigaya. Nazım Hikmet’e göre Şevket Süreyya “imanı kuvvetli” bir komünist değildi, bu mesafeli duruşu “devrimin önünde engel”di, “köylü”ydü bir de. Ama Nazım Hikmet de arkadaşına göre sütten çıkmış ak kaşık değildi, her şeyden evvel “düşkündü keyfine”. Kız peşinde koşuyordu, gönül düşürüyordu üniversite dışındaki burjuva dilberlerine. Nazım Hikmet’e bu eleştiriyi en çok Kazakistanlı bir mollanın oğlu olan Abit Alimov yapıyordu. Çenebaz bir teorisyendi Alimov, Nazım ona gıptayla bakıyordu, bir gün birisi gibi olacaksa, Alimov gibi olacaktı, rol modelini seçmişti. Va-Nû’nun yazdığına göre Nazım Hikmet’in bedeninde dolaşan “devrimcilik” ruhuna, “teknokrat” ruh o günlerde eşlik etmeye başladı işte.

*

O dönemde sanatın her alanında Rus fütüristlerinin etkisi egemendi. Büyük şair Mayakovski bayrağı ele almış, teknolojinin henüz tam anlamıyla gelişmediği o koca köylü toplumuna “yüce teknolojinin” ve “devrimci mücadelenin” erdemlerini anlatıyordu yazdığı şiirlerle, arkadaşlarıyla yaptığı afişlerle.

Ruslar kadar yazarlarına kötü muamele yapmış, onlara acı çektirmiş, analarından emdikleri sütü burunlarından getirmiş, çoğunu sürgünlerde, çalışma kamplarında heba etmiş, bir o kadarından fazlasını bizzat devlet terörüyle ortadan kaldırmış millet yoktur yeryüzünde. Yine yeryüzünde Ruslar kadar edebiyatı ciddiye almış, yazarın, şairin sözüne kanmış, onların yazdığı her şeyi gündelik hayatlarının merkezine koymuş, ona inanmış başka bir millet de yoktur derler.

Bu yüzden, devrimin ilk döneminde rejim çok şey bekledi yazarlardan, şairlerden. Ama yazara da şaire de güven olmaz. Gezgin bir ruhla gelmişler dünyaya, çoğu huzursuzdur, çabuk kanar, davulcuya zurnacıya hemen kaçarlar. Bir yerde ehlileştirmek zordur onları, misal methiye ister muktedir, istemeden yazdıkları methiyeye muktedirin kendisini bile inandıramazlar.

Mayakovski de öyle. Nerde tekledi inancı bilmiyorum kısa sürede kuşkulu bir intihar düştü payına. İşte bu Mayakovski, Nazım Hikmet ve arkadaşları Moskova’dayken şiirin omuzlarına, şiirin kaldıramayacağı kadar ağır bir yük yüklemişti. Ona göre şiir yazmakla, sanayide mal üretmek arasında hiçbir fark yoktu. Biri elbise yapıyordu insanları soğuktan koruyordu; şair de şiir yazıyor ruhunu soğuktan koruyordu insanın. Birisi silah yapıyor, üretilen silahla düşman vuruluyor; şair de şiir yazıyor, o kelimeler mermi olup düşmanın kalbine saplanıyordu. Fırıncı fırında ekmek pişiriyor, halkın karnını doyuruyordu; şair de şiir yazarak halkın ruhunu o sıcacık kelimelerle besliyordu. Bu yüzden kalkınma planlarına şiir de girmeliydi, devlet yıllık şiir “rekoltesini” tespit etmeli, şairi “teşvik” etmeliydi.

1925 yılında şiiri sanayi üretimiyle şöyle karşılaştırır bir şiirinde:

Benim istediğim,

görüşmelerinde

Devlet Planlama’nın, bana da versinler

bir sonraki yılın görevlerini

(…)

Demir döküm

ve çelik üretimiyle birlikte

şiir çalışmaları hakkında da

Politbüro’nun raporlarını, sunsun

Stalin. ‘İşte böyle,

ve şöyle…

Ve doruk noktasına

Ulaştık

İşçi kulübelerinde biz: Cumhuriyetler

Birliği’nde

şiir beğenisi

aştı artık

savaş öncesi normları…”

Mayakovski edebiyatın bir “eylem biçimi” veya “çalışma” olmasını istiyordu, tıpkı sanayinin bir kolu gibi; bir demiryolu inşa etmek, bir savaşta düşmanla göğüs göğse çarpışmak, bir tarlada makinayla buğday ekip makinayla biçmek gibi. Bir süre sonra yazdığı şiirin estetik şeyler, boş vakit meyveleri olduğundan kuşkulanmaya başladı şair. Sanki yazdığı şeyler yararsızdı, oturdu “şiirin yararsızlığına” dair bir şiir........

© Habertürk


Get it on Google Play