Giden… Kalan…
Şair sözünden mülhem, çoğu zaman giden değil, kalandır ölen.
Gidenin nereye gittiği, bundan sonra ne hissettiği, bir şey hissedip hissetmediği, gittiği yerin nasıl bir yer olduğu, rahatının yerinde olup olmadığı, acı çekip çekmediği, bir şeyi özleyip özlemediği; üşüyor mu, sıcaktan veya soğuktan mustarip mi, acıkıyor mu, susadım diyor mu, ağlıyor mu, gülüyor mu, yerinden memnun mu, başka yere gitmek istiyor mu, aynı yerden sıkılıyor mu, yoksa aynı yerde değil mi, hiç kimse bilmez. Gidenin ardından soruları istediğiniz kadar uzatın, dönüp dolaşıp geleceğiniz yer hep aynı, gidenin akıbeti konusunda hiçbir bilgi yok elimizde çünkü. En çok mezarını açarız, görüp göreceğimiz bir avuç kemikten başka bir şey olmaz. Elimizde kalan tek şey o kemikler, o da elimizi çabuk tutarsak, zira zaman içinde o kemikler de yok olup gider. Bunun dışında hakkında hiçbir şey bilmeyiz ölenin. Bildiğimiz tek şey artık o yanımızda değil. Giden bir meçhule gider, kalan ise azap içinde kalır ta ki sırası gelene dek… Yakınlarını, sevdiğini, anne babasını, eşini, çocuğunu, can dostunu kaybeden herkesin duygusu benzerdir. Gidenin yokluğu ağır bir taş olur oturur içine, giden köz olur düşer kalbine, giden paslı bir bıçak olur saplar döşüne… Uzun süre hayat sadece gidenden ibaret kalır, onun yokluğundan. O yokluğun yarattığı boşluk, dibi olmayan kapkaranlık bir kuyudur bazen, arada bir kendini o kuyunun dibinde bulur insan. Çırpındıkça çırpınır.
Sevdiğinin, bir dostunun, bir yakınının, çocuğunun, annesinin, babasının ölümüyle baş etmek… Ne zor şeydir bunu birisinden istemek!
Yakın dostum Mehmed Uzun öldüğünde aklıma ilk gelen şey ona her gün bir mektup yazmak oldu. Başladım yazmaya. Mektup yazarken, bir anda onun hakkında bir kitap yazdığımın farkına vardım ama mektup yazmaktan da vazgeçmedim bir yandan da. Geride bıraktığı dünyada olup biten her şeyi anlatacaktım. Haksızlık olarak görmüştüm ölümünü çünkü. Sanki onun yerine de yaşıyordum ben. Onun ömrünü çalanlardan birisi olarak hissettim kendimi bir ara, hayır ölümünde en ufak bir dahlim yoktu, kanser taşlı yüzük olmuş, midesinin en kuytu yerine gizlenmişti, uzun süre uğraşmışlardı hekimler, kendini göstermemişti meret, en sonunda da onu alıp götürmüştü illet. Bense hiç beklemediğim bir anda onun yokluğuyla baş başa kalmıştım.
Yazmaya başladım ona. Gittiğinden beri memlekette ve dünyada hiçbir şeyin değişmediğini, iyi insanların iyi, kötü insanların kötü olmaya devam ettiklerini, insanların her sabah işe gitmek üzere evden çıktığını, çocukların uykulu gözlerle okula gitmek için servis arabalarına doluştuğunu, ekmek arayanların hâlâ aramaya devam ettiğini, bulanların ise şişmanladıkları için artık ekmek yemediklerini, aylakların aynı şekilde sokakları arşınladıklarını, tekaütlerin aynı kahvelerde zamana kıydıklarını, belediye otobüslerinin hâlâ tıklım tıkış olduklarını, şehir gürültüsünün hiç dinmediğini, istasyonlardan kalkan trenlerin birilerini gurbete götürürken, birilerini de sevdiklerine kavuşturduklarını, uçakların aynı şekilde rötar yaptığını, otobüs terminallerindeki ayrılıkların hep aynı hüznü taşıdığını, hastaların hâlâ aynı sabırsızlıkla sabahı beklediklerini, aşıkların kavuşma umudundan hiçbir şey yitirmediklerini, yağmurun aynı şekilde yağdığını, ağaçların aynı şekilde yaprak döktüğünü, sonbaharın aynı hüzünle geldiğini, baş gösteren soğuğun aynı soğuk olduğunu, ben ve onu seven birçok okurunun, yakınlarının dışında kimsenin yokluğunun farkında olmadığını, gazetelerin benzer manşetler attığını, her ay yeni kitapların çıktığını, yeni filmlerin vizyona girdiğini, yeni sergilerin açıldığını, o yok diye hiçbir yazar arkadaşının imza günlerinden, söyleşilerden vazgeçmediğini, küçük meselelerimizi dünyanın en mühim derdi diye kendimize yük yapıp sırtladığımızı; birilerinini birilerine özgürlük getireceğiz diye birilerinin çocuklarını ölüme göndermeye devam ettiğini, her sene coşkuyla beklediği Nobel edebiyat ödüllerinin dağıtılmaya devam ettiğini, o gittikten sonra 2008 yılında ödülü Fransa’dan Jean-Marie Gustave Le Clézio’nun aldığını, hiçbir kitabını okumadığımı, yaşasaydı eğer adam hakkında bana bir yığın malumat vereceğini falan anlattım ona. Bu arada her gece rüyalarıma geliyordu. Sanki hep birlikteyiz de geceleri o kalkıp başka bir yere yatmaya gidiyor gibiydi. Ama her şeye yön veren bendim, benden istiyordu bir yığın şeyi. Sanki elini kolunu bağlamışlar, ona her şeyi yasaklamışlar, yaşıyor ama hayata müdahale edemiyordu. Bu arada hakkında yazdığım kitap uzadıkça uzuyordu. Nihayet sekiz ay içinde kitabı bitirip adını “Sen û Ben” koyup son noktaya vardığımda o da çekip gitti rüyalarımdan. Artık her gece rüyalarıma gelmiyordu. Sanki bir anda içimden çıkmış, kitabın sayfalarına geçmiş, hayatı orada ölümsüzleşmiş, o da çekip gitmişti.
Çok sonra bir gece tekrar girdi düşüme. Bu kez elinde kalın bir dosya vardı. Bir roman yazmıştı, yayıncıya vermemi istiyordu. Yaşarken adını sık sık ondan duyduğum bir romandı, elinde tuttuğu kağıt yığının en üstünde kitabın adı göze çarpıyordu, kırmızı kalemle, el yazısıyla yazmıştı: “Meşa Mezin” yani “Büyük Yürüyüş”… “Hangi yürüyüş bu?” diye sordum. “Mela Mustafa Barzani’nin 500 pêşmergeyle birlikte 1946........© Habertürk
visit website