Bisiklet!
Evden çıkıp sağa dönünce, şehir merkezine kadar uzanan 10.5 kilometrelik bir bisiklet yolu var mahallemizde. Orman içinden gidiyor, birkaç yerde küçük dereler kesiyor yolu, dereciklerin üzerine tahta köprüler yapmışlar, su sesi, kuş cıvıltısı, ağaç hışırtısı arasında alıp başını gidebileceğin, şehir gürültüsünden uzak muhteşem bir güzergahtır bu güzergâh…
Yürüyorum bu yolda, yanımdan vızır vızır bisikletli hanımlar beyler, kızlar oğlanlar geçiyor. Yıllar önce okuduğum, akşam tekrar karıştırdığım, büyük Alman yazarı Günter Grass’ın bizde 2008 yılında yayınlanan hatıratının birinci cildi olan “Soğanı Soyarken” adlı kitabında karşıma çıkan bisiklet hikayesine gitti aklım o sırada. Yürüyor, bir yandan da bu hikâyeden mütevellit bisiklet üzerine düşünüyordum; çoğu zaman yürüyerek gidiyorum bu yolu, zira bisiklet sürmeyi bilmiyorum.
Durun, bana hemen “Tolstoy’un bisikleti” demeyin. Facebook uleması sık sık “Tolstoy’un bisikletini” hatırlatıyor bize son yıllarda. Oğlu ölünce derin bir bunalıma girdiğini söylerler büyük romancının; son yıllarında roman yazmayı bırakıp peygamberliğe meyil ettiği bilinir, belki de oğulcuğun ölümü sebep olmuştur bilmem ama bu azap yıllarında Tolstoy’a Bisiklet Sevenler Derneği tarafından bir bisiklet hediye edilir, o da yetmişine merdiven dayadığı ömrünün o bunalımlı, huzursuz, kederli yıllarında bisiklet sürmeyi öğrenmeye kalkışır, düşe kalka öğrenir de. Hani derler ya bisiklet aslında bir çocuk taşıtıdır, hatta belki de bir çocukluk düşüdür, şehirde doğmuş her çocuğun hayalinde bir bisiklet yatar, bir sabah uyanacak, babası ona hediyelerin en büyüğünü almış, kapının önünde bir bisiklet duruyor! Aman Allah’ım! Binecek o bisiklete, mahalledeki akranlarını kıskandıracak, pedalları çevirecek, tekerlek dönecek, bisiklet uçacak, uçacak, tıpkı “E.T.” filminin finalinde olduğu gibi rüzgarlara karışacak, gökyüzünün sonsuz boşluğunda kaybolup gidecek. Hiçbir çocuk, bisiklet sürmeyi nasıl öğrenirim kaygısı taşımaz. Esas olan, bir bisiklete sahip olmaktır. İnsan yaşlanınca çocukluğuna geri döner derler ya, belki de Tolstoy’unki de o hesap… Hem Alman Baron Karl von Drais de Sauerbrun yaptığı ilk bisikleti 1818 yılında Paris’te sergilediğinde Tolstoy on yaşındaydı; bu alet Rusya’ya ne zaman girdi, girdiğinde Tolstoy kazık kadar adam mıydı bilmem, ama “Tolstoy’un bisikleti”nden çıkaracağımız ders, kaç yaşında olursan ol, istersen eğer yapabilirsin, kocamışlığında bile “yaşamayı ciddiye alıp” bisiklet sürmeyi öğrenebilirsin.
Ne demişti Nazım Hikmet;
“Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.”
Altmış yaşımı geride bıraktım, bisiklet sürmeyi bilmiyorum hâlâ. Kızımla oğlum, geçen yaz bana öğretmeye kalkıştılar. Bu işin denge işi olduğu belli, “kasmayacaksın kendini baba” dediler, dediler de dinleyen kim, düşerim kaygısı insanı ister istemez kasar, ben mi düşeceğim, bisiklet mi devrilecek, çoluk çocuğa maskara mı olacağım, kalçam mı kırılacak, ne düşündüm bilmem, birkaç denemede başarısız oldum, vazgeçtim alete binmekten ve bir kez daha şuna inandım:
Bisiklete binmeyi öğrenmenin kesinlikle bir zamanı var, bir çocukluk aracıdır bisiklet, şehirli çocukların hem de. Bir de hayatı boyunca yoluna hep yokuş çıkmışlar, bu alete pek ilgi duymazlar. Araba yolunun gitmediği bir köyde doğmuşsanız, yolları hep yokuş yukarı tırmanan bir şehirde geçirmişseniz ilk gençliğinizi bisiklet oralara pek uğramaz. Şehrimizde hiç mi bisikletli çocuk yoktu? Vardı elbette, evleri çarşı içinde olan bizden varlıklı, memur çocuklarıydı o tek tük bisikletlerin sahipleri.
Hem aşağılamak için “Kürt’e ne gerek bisiklet, gider kaymakama çarpar” dememişler miydi?
Bisikletten çok kaymakam vardı bizim oralarda.
Akıl defterime; 1984 yılında eşitlik, hak, hukuk alanında verdiği mücadeleden dolayı Nobel Barış Ödülü’nü almış olan Güney Afrikalı din adamı Desmond Tutu’nun şu sözü almışım vakti zamanında:
“Bir adama balık verirsen, onu bir gün doyurursun. Bir adama balık tutmayı öğretirsen, onu ömür boyu doyurursun. Ama bir adama bisiklet sürmeyi öğretirsen, balık tutmanın ne kadar aptalca ve sıkıcı olduğunu fark edecektir.”
O halde biraz daha dolaşalım bisiklet üzerinde.
Edebiyatçıların çok sevdiği bir alettir bisiklet. “Velosipet” ile sık sık cevelana çıkar yazarlar, şairler. Özgürlük duygusunu anlatmada muhteşem bir araç olduğu gibi, üzerine oturmuş, saçları rüzgârda savrulan, dökümlü kıyafetler giymiş, kendini rüzgârın sesine kaptırmış, bulunduğu yeri unutmuş, uçar gibi bir yerlere giden zarif bir kadının şiirini yazmak, erkek bir şair için ne muhteşem malzeme.
Birleşmiş Milletler, 12 Nisan 2018 tarihinde 3 Haziran’ı “Dünya Bisiklet Günü” ilan ettiğinde, o gün, şiirlerinin içinden bisiklet geçen büyük şair Nazım Hikmet’in öldüğünü biliyorlar mıydı bilmem, ama yıllar sonra şairin İsviçre’ye yolu düşer. İçinde memleket hasreti, bizim dağlara benzeyen İsviçre dağlarında durmadan pedal çeviren köylüler görür, durup izlerken defterine şu şiir düşer:
“Bu dağlar ne dağları bizim dağlara benziyor,bıçak gibi boğazları, parça parça karları,bu dağlar ne dağları bizim dağlara benziyor, adamı da… Eli ayağı, gözü kaşı var ama velosipetli. Bizimkiler velosipetsiz, bitli.”
Muzip şair Can Yücel, “aşk bir velosipettir” demişti bir şiirinde. Babası çocukken ona bisiklet almış mıydı bilmem ama Hasan Ali Yücel’in bisikletten pek haz etmediğini söylerler. Bunun nedenini Sunay Akın bir gün oğlu Can Yücel’e sorar, “Babam bir Türk politikacısıydı, Türk........© Habertürk
visit website