AKP politikaları ve ulusal birlik!
Standart siyaset bilimi teorilerine göre, siyasi partiler seçim öncesi birbirleriyle kıyasıya rekabet ederler, fakat seçim sonrasında iktidara gelen parti ya da koalisyon tüm ulusu kucaklayacak şekilde politik faaliyetini yürütür. Türkiye’de siyaset yaşamında, 1918-1923 yılları hariç, Atatürk döneminin sonlarına doğru başlamak üzere, maalesef, farklı şiddetlerde toplumsal ayrışmalar yaşanmış olup, iktidarlar günümüzdeki kadar olmamakla beraber, toplumu birleştirici değil, ayrıştırıcı politikalar izlemekten uzak durmamışlardır. Kısacası, İmparatorluk dönemindeki farklı etnik topluluklar dokusu ve anlayışı, maalesef Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. 1924 Anayasası döneminden itibaren, ırksal kökenden bağımsız bir Türkiye tanımı çerçevesinde birlik kurma girişimleri maalesef çatışma ve baskılarla günümüze kadar gelmiştir.
Kurtuluş Savaşı ertesinde dağılan Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopan tüm topluluklar kendi devletlerini kurmuş olup, hatta hisselerine düşen tazminatları da ödemişlerdir. Buna karşın, Türkiye ile birlikte kalma iradesi göstermiş olan Kürt halkı ile günümüze dek sürgit ihtilaf, zaman zaman çatışma iki tarafta da derin yaralar açmıştır. 1921 Anayasası’nın ruhundaki yönetsel özerklik ve onun üzerine inşa edilen halkçılık görüşünün terk edilmesi, üniter devlet yapılanmasında temel sorun olarak, dil, eğitim ve sair alanlardaki bölgesel sorunlar iki kesim arasında daima çatışma konusu olma özelliğini korumuştur. Derin tarih incelemelerinin ortaya koyabileceği 1921 Anayasası ile 1924 Anayasası ve sonrası farkları burada ele almak benim için hadsizlik olmakla beraber, şu notu koymadan edemeyeceğim: Sovyetler’in en güçlü olduğu ve sıcak denizlere açılma tepkilerinin zirveye çıktığı bir dönemde, Osmanlı İmparatorluğunun iflah etmez çöküşe geçmesi İngiliz hâkimiyetinde emperyalizmin Anadolu’ya müdahalesini ne denli zaruri olmuşsa, kurulan yeni devletin Batı yanlı olmasının sağlanması kadar, böyle kalmasının garanti altına alınması da o denli zaruri görülmüş olmalıdır, diye düşünürüm. Zira Ortadoğu’nun önemli bir devleti olması yanında, Sovyetler’in güneye açılımında da kritik konumlu Türkiye’nin, ekonomik olarak güçsüz yeni bir devlet olarak denetimsiz bırakılması dönemin İngiliz siyasetine uygun olamazdı. Yeni devleti denetlemenin bir yolu İslâm idi ise, diğeri de merkezi devlete karşı kullanılabilecek etnik gruplar olabilirdi! Kurtuluş savaşında yekvücut olmanın gereği vardı. Zafer müşterek gayretlerle kazanıldıktan sonra, üniter devlet yapılanmasına yöneliş, muhtemel bir dış müdahale kanalının kapatılmasını zarurî kılmış olabilirdi. Ne var ki, Batılıların Kürt halkı ile yakın ilgisinin bu yolla kesilemeyip, tam tersine kışkırtılabileceği düşünülmedi, ya da belki de kasıtlı olarak politikacılar yanıltılmış idi! Nitekim yıllar süren ve tüm taraflara umulmaz acılar bırakan çatışmalar sürgit devam etti. Su uyur, düşman uyumaz misali,........
© Gazete Manifesto
visit website