MEDENİYETLERİN TARİHİ KAYNAKLARI
Bilindiği üzere her medeniyetin beslendiği ilham kaynağı ve kendine özgü idealizmi vardır. Dolayısıyla her medeniyetin gücü ilham kaynaklarından beslendiği ölçüde boy vermektedir. Tabii boy verirken de insanlığa katkısı müspet ya da menfi yönde olabiliyor. Nasıl mı? Roma medeniyetinin katkısı din, Çin medeniyetinin katkısı faydacılık, Hint medeniyetinin katkısı metafizik düşünce, Avrupa medeniyetinin katkısı ise ideolojidir.
Medeniyetlerin ilham kaynakları deyip geçmemeli. Çünkü gök kubbe idealizmine güç veren sinerjik etki beraberinde Mezopotamya medeniyetini getirmiştir. Böylece Mezopotamya medeniyeti gökyüzü hayranlığı ile bütünleşmesi bir yana başka medeniyetlere de beşiklik etmiştir. Hakeza erotizm, incelik ve yaşama duygusu gibi değerlerde Roma medeniyetinin bir meyvesi olarak sahne almıştır.
Gökyüzü her hangi bir iklime değer katar da toprak katmaz mı, elbette katar. Bakın o söz konusu toprağın derin çekiciliği Mısır’a bir başka medeniyet kazandırmıştır. Her ne kadar Mısır, toprağın derinliklerine dalıp korku duygusuna kapılmışsa da, bir zaman gelmiş o korku duygusu korku imparatorluğuna dönüşecektir. Artık korku egemenliği Mısır piramidinin en üst doruğuna konumlanmıştır. Adeta bu konum piramidin bu üst mertebesi olarak korku salan bir egemenliği ifade edecektir. Hele bir ülkenin toprağına egemenlik duygusu yerleşmeye bir görsün onu bir daha çıkarmak pekte kolay olmayabiliyor. Neyse ki bu egemenlik duyguyu yenecek ilk gücü Hz. Yusuf’un Züleyha'ya başkaldırışında görebiliyoruz. Yani, Yusuf (a.s) Züleyha'nın arzularına teslim olmaz. İşte bu teslim olmama başkaldırışıdır ki Mısırın ruhunda merhamet aşısı oluşturmaya ziyadesiyle yetmiştir. Hani derler ya, alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste, aynen öyle de merhamet abidesi bir girişim sonuç verir de. Evet, Züleyha'nın şahsında bütünleşen korku salan medeniyet hamlesi Yusuf Yüzlü Yusuf’un yeşerttiği merhamet iksirine yenik düşmüştür. Bu da yetmez, merhamet aşısı egemen olma hevesine galip gelince Mısırın o hâkimiyet duygusu rafa kalkar da.
Tıpkı Mısırda olduğu gibi Roma’da da egemen olma hevesi ağırlıklı duygu seli bir değerdir. Roma'nın Mısır'dan farklı yanı kendi dışındakileri aslana parçalatma, çarmıha germe, çivileme ve yakma gibi kendini gösteren bir güç gösterisinde bulunma hevesidir. Bilhassa ilk Hıristiyanlar böylesi güç gösterisine dayalı zulümden çok yara almışlardır. Ama sonunda kazanan biçare Hıristiyanlar olmuştur. Şu da bir gerçek Roma’nın bu egemen güç gösterisi hevesi kötü örnek teşkil etmekle birlikte bir şekilde bugünkü Batı uygarlığının hamuruna hukuk ve şehirlilik gibi değerler katmayı da bilmiştir. Zaten Eski Roma'dan söz edilecekse onları askeri, idari, hukuki ve şehirleşmeye kattığı yönüyle değerlendirmek daha etik tavır olacaktır. Ki; Roma bu söz konusu değerler sayesinde medeniyet olabilmiştir. Hatta bu arada eski Yunan’ın da katkısı inkâr edilemez boyuttadır. Zira katkısı daha çok kültür alanında cereyan etmiştir. Öyle ki, eski Yunan kültürü, Batı insanının muhtaç olduğu ruhi boşluğa ilham kaynağı da olmuştur. Ancak şu da bir gerçek Batıya ilham olan asıl katkı Endülüs Müslümanların kattığı aşılardır. Nitekim Yunan klasikleri Endülüs Müslümanlarının tercüme faaliyetleri neticesinde gün yüzüne çıkabilmiştir. Şayet Batı bu gün yüzüne çıkan bilgilere ulaşamamış olsaydı, belki de bugün batı uygarlığından hiç söz ediyor olmayacaktık.
Evet, Grek medeniyetinde düşünce gelişmesine gelişmişti ama bir şey eksikti, o da malum adaletten bihaber eksikliktir. Hatta adaletin düşüncenin yanında esamesi bile okunmazdı. Nasıl esamesi okunsun ki, düşünsenize Sokrat gibi bilge insanlar Batı düşünce ufkunu açmaya yönelik etken unsur olmalarına rağmen, gel gör ki yaptıkları ufuk turu hamlelerinde çok ağır bedeller ödemişlerdir. Ve birçoğu ölüme mahkûm edilmişlerdir. Tabii ortada darağacında sallandırma anlayışına dayalı bir adalet mekanizması olunca böylesi bir iklimden başka bir şeyde çıkmazdı. Peki, türlü baskılara maruz kalıp darağacında sallandırdılar da ne oldu, nihayetinde ilk Hıristiyanlar zulme karşı direnmelerinin neticesinde er geç bu mücadeleden galip çıkabilmişlerdir. Hakeza bilge insanlarda yaşadıkları dönemlerde kıymeti bilinmese de bakınız aradan asırlar geçmesine rağmen bugün olmuş halen Sokrat düşüncesiyle yaşıyor, yaşayacak da.
Malumunuz uzak doğu deyince akla Çin gelmektedir. Çin'in tarihi sürecinde de tıpkı Grek dünyasındaki zarafete benzer bir yaşama duygusu sıkça görülen bu değer olup Çin Medeniyetinin doğuşuna temel teşkil etmiştir. Tabii bu arada Türklerde Orta Asya'yı mesken tuttuklarından ister istemez Çin’le içli dışlı olmuşlardır. Dahası Türkler VIII. ve XI. asırlar arasında göçebelikten yerleşik hayata geçiş yapmakla hızla medeniyet yolunda mesafe kat etmişlerdir. Böylece ticaret, sanayi ve kültürde de büyük ilerlemeler beraberinde gelmiştir. Elbette ki yerleşikliğe ilk geçişte at, silah ve demirciliğin medeniyet oluşumunda çok büyük payı vardır. Öyle ki; Çinliler ata binmeyi ve koşum takımlarını Türklerden öğrenmişlerdir. Kelimenin tam anlamıyla Türkler göçebeliğin vermiş olduğu dinamizmi yerleşik hayata dönüştürünce medeniyette kendiliğinden doğmuştur. Ne var ki; Moğol kasırgası önüne çıkan her şeyi yakıp yıkarak bir güneş gibi doğmakta olan bu medeniyetin gelişmesini sekteye uğramıştır. Dolayısıyla, Cengiz Han gelişmekte olan Türk-İslam medeniyetini yakıp yıkan lider olarak tarihe geçecektir. Nitekim Cengiz ve Hulagu bu tutumlarıyla birlikte tarihin sayfalarında medeniyet yıkıcı olarak anılacaklardır. Her ne kadar tarihte onlar büyük komutan ya da kahraman asker olarak adından söz ettirseler de ama hiçbir zaman medeniyet kurucusu deha olamamışlardır. Çünkü dehalar yıkıcı değil inşa edici kahramanlardır. Zaten medeniyet muştuları dünyaya yıkmak için değil, inşa etmek için gelirler.
Peki ya Hint? Malumunuz Hint medeniyetinin idealizmi mistik düşünce üzerine kuruludur. Hatta bu coğrafyaya geçte olsa İslamın tasavvuf soluğu da dâhil olur. Ancak bu soluğun birçok engellere maruz kaldığı malum. Nitekim Hindistan’da Ekber Şah yönetiminde gerçekleşen İslam düşmanlığı üzerine kurulu uygulamalar bunun bariz bir göstergesini teşkil eder. Öyle ki Müslüman Babürlüler geleceklerinden çok umutsuzlardı, görünürde bu dikta yönetimle baş edilebilecek gücü kendilerinde göremiyorlardı, adeta dipsiz kuyuya düşmüş gibilerdi. Hatta Müslümanlar namazlarını bile gizli kılar hale gelmişlerdi. Neyse ki böylesi bir elim vaziyette Hz. Ömer (r.a)’ın 29. göbekten torunu 17 yaşında zahiri ilmi bitirmiş aydınlık güneşi İmam-ı Rabbani (k.s) bir umut ışığı olarak devreye girer de umutlar yeşermeye başlar. İşte söz konusu bu genç, Hindistan’ın eski başkentlerinden Agra’dan başlattığı hareketin fitilini yakıp ardından Serhend’e dönmüştür. Döndüğünde de........
© Enpolitik
visit website