İSLÂMIN TEMSİLCİSİ Mİ, HİZMETKÂRI MI?
İslâm’ı temsil etme iddiası, çok büyük bir mesuliyeti yüklenmeyi gerektirir. Her kim bu iddiayla ortaya çıkıyorsa, biliniz ki o İslâm’la kendini özdeş görüyor demektir. Ki, bu durum son derece tehlikeli ve fitneye yol açan bir husustur. Dolayısıyla hiç bir makam, hiçbir mevki, hiçbir kuruluş, hiçbir toplum ve hiçbir fert İslâm’ı asla temsil edemez. Zira Allah Resulü (s.a.v)’in “Emr olduğun gibi dosdoğru ol” ayeti celilesinin dehşeti altında titreyip derin derin düşünmesi bu gerçeğe işarettir. Yine Peygamberimiz (s.a.v)’in “Ümmeti, ümmeti, ümmeti” diye feryat etmesi ümmetine olan hizmetkârlık duygu selinin bir yansımasıdır.
Malumunuz dünyada en büyük çileyi çekenler peygamberlerdir. Bu demektir ki peygamberlik gibi yüce bir makamda bile çile söz konusu. Düşünsenize Hz. Muhammed (s.a.v.) zirvenin en tepesinde Makam-ı Mahmud'a ulaşmış bir nebi ve üstelik kâinat O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmış olmasına rağmen en büyük çileyi çekenlerden olmakta. Bu arada şunu da unutmayalım ki bu çile makamının bir başkalarınca davası küfürdür.
Evet, Allah Resulü (s.a.v), tüm Nebilerin üstünde Makamı Mahmud mertebesine erişmiş bir peygamber olması hasebiyle “Bir elime ayı, diğer elime de güneşi verseniz bu davadan asla vazgeçmem” diyerek can yürekliliğini ortaya koyduğu gibi “Emr olduğun gibi dosdoğru ol” ayeti mucibince de Hûd Suresinin mesuliyetini yüreğinde hissetmiştir hep. İşte Resulullah (s.a.v)’in sırtlandığı bu ağır mesuliyeti yakinen müşahede edip hayat biçimine uygulayan sahabe-i kiram ise “Gökteki yıldızlar” övgüsüne mazhar olmuşlardır. Öyle ki Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ve Allah Resul’ünün hakikatleri uğruna mallarını, canlarını, evlatlarını İslâm uğruna sebil etmişlerdir. Nitekim Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) sahabe halkanın baş tacı olarak halifelik hırkasını giydiğinde “Nezdinizde mazlumlar, haklarını alıncaya kadar çok kuvvetli, zalimler ise mazlumun hakkını verinceye kadar çok zayıf olacaklardır” sözleriyle Allah Resulünden devr aldığı emanete sahip çıkacağını beyan etmişlerdir. İşte Hz. Ebû Bekir-i (r.a)’ı sıddıkiyet makamına ulaştıran iksirde bu anlamlı sözlerinde gizlidir. Zaten kendisi ashabın reyi ile halife seçilir seçilmez ilk iş kendini Ümmeti Muhammed’in hizmetkârlığına adamak olmuştur. Hakeza Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’dan emaneti devr alan Hz. Ömer (r.a)’da sırtında un çuvalıyla kapı kapı dolaşıp fakirlerin hizmetine koşturması o da kendini İslâm’ın temsilciliğine değil hizmetkârlığa adanmışlığını gösterir. Bir başka adanmışlık özelliği de adalet timsali olmanın yanı sıra iyiyi kötüden ayırabilecek karakteristik mizaca sahip olmasıdır. Böylece bu özelliğinden dolayı “Ömer’ul-Faruk” olarak adından söz ettirmiştir. Hz. Ömer (r.a)’dan sonra emaneti devr alan Hz. Osman (r.a) ise malum merhametiyle ve halim selim tabiatıyla dikkatleri üzerine çeken bir halifedir. Öyle ki o’nun bu yumuşak mizaca haiz özelliği peygamber damadı olmasına yetip böylece “Zinnûreyn” (çift nur) şerefine nail olmasını beraberinde getirmiştir. Ayrıca zengin olması hasebiyle malını Allah yolunda harcamış üçüncü halifedir O.
Peki ya Hz. Ali (k.v)? Malum Hz. Peygamberin (s.a.v) o’nun hakkında “Ben Kur’an’ın tenzili üzerine, sen ise tevili üzerine mücadele vereceksin” dediği dördüncü halifemizdir. Gerçekten de Hz. Osman’dan sonra halifelik makamına geçtiğinde ömrü boyunca “ilmin kapısı” hüviyetiyle Kur’an ahkâmının tevili üzere mücadelesini sürdürmüştür hep. Öyle anlaşılıyor ki halifelik makamına öyle damdan düşer gibi hemen gelinmiyor, bilakis daha öncesinden ilim yolunda ter dökmenin yanı sıra çok büyük meşakkatler ve çileleri göğüsleyerek gelinebiliyor. Nitekim halifeliğe geldikten sonrada gâh bin bir türlü işkencelere maruz kalarak, gâh canını feda ederek halifeliği hakkıyla yerine getirmesini bilmiştir. İşte bu nedenledir ki çile yolunda İslâm’a hizmetkâr olmak (hadim olmak) çok büyük bir nimet olarak karşılık bulmuştur.
Sahabeden sonra hizmet zinciri tâbiîne devrolunur. Hiç kuşkusuz Tâbiîn nesli kendine Kur’an, Sünnet ve sahabenin örnek hayatını ölçü almıştır. İşte bu ölçü sayesinde İslam’ın temsilcisi olarak değil, İslam’a hadim olmak bilinciyle yola revan olmuşlardır. Hakeza sahabe ve tâbiîn”den sonra gelen ulema ve evliyalar halkası da İslam’ın temsilcisi olarak değil İslam’ın hadimi olarak kendilerini adamışlardır. Nitekim Tâbiîn ulularından Hasan-ı Basri (r.anh.) bu hususta bakın ne buyuruyor;
“-Evliyalar olmasaydı dünya yok olurdu,
-Adil sultanlar olmasaydı insanlar birbirlerini yerlerdi,
-Salih kimseler olmasaydı günahkârlar helak olurdu,
-Ahmaklar olmasaydı dünya ma’mur olmazdı,
-Rüzgâr olmasaydı her yeri fena koku kaplardı,
-Âlimler olmasaydı insanlar hayvanlar gibi olurdu.”
Gerçekten de yukarıda ki sıralamadan da anlaşıldığı üzere Allah Resul’ünde toplanan üç vazifenin (devlet yöneticiliği-ruhani reislik- ilim reisliği) varisi konumunda gerek Hulefa-i Raşidin, gerek Tâbiîn, gerekse ilmiyle amil olmuş Ulema üzerinde tecelli edip pay edildiğini görürüz. Zira Peygamberimiz (s.a.v.) hem ilim, hem devlet başkanlığı, hem de ruhani rehberliği şahsında toplamış bir Nebidir. Günümüzde bu üç görevin tek bir şahısta birleşemeyeceği malum. Şayet birileri kalkıp da; “Ben halifeyim, ben mehdiyim, ben falanım, ben filanım, düşün peşime” türünden sözlerle ortaya çıkıyorsa, biliniz ki o tür insanlar ümmetin dini duygularını istismar etmeye namzet fitne mümessilidirler. Zaten “ben” kelimesiyle ortaya çıkmış bir insan, bırakın halife........
© Enpolitik
visit website