MUHSİN BAŞKAN
Ömür denilen; beşikle mezar arasında yaşanan ve “ölümün şerefine yazılmış bir kasîde”den1 ibâret olan “hayat” yolculuğunu bitiren her insan, fânî dünyadan bâkî âleme göçerken ardında birtakım izler bırakır. İzler vardır; yürüyenin ardından silinir, ondan geriye hiçbir belirti dahi kalmaz. İzler vardır belli bir süre yıllara mukâvemet eder, ancak zamanla silinip gider.
Bir kısım insan da vardır ki, yaptıkları, yaşadıkları, yaşattıkları ve yazdıklarıyla tarihe ve insanlığın hâfızasına derin izler bırakır, gün akşama yaslanınca geceye karışıp gitmez, nisyâna terk edilmez, geceleri yırtan müjdeli bir şafak gibi hayâtiyetlerini devam ettirir, adını tarihe, insanların hâfızasına yazdırır ve unutulmazlar. Bu güzel insanlar; arkalarında öyle derin izler ve nûrânî parıltılar bırakırlar ki; zaman o izleri aslâ silemez ve yıllar o ışığı kesinlikle söndüremez. Bu izler; gün geçtikçe daha çok derinleşir ve genişler, toplumların yolunu aydınlatan bir ışık kaynağı olur, gönülden gönüle yol bulur ve giderek menzil menzil büyüyen bir mânevî cadde hâlini alır.
İşte izleri yol olan bu güzel insanlar; mücâdele azimleriyle şâhikalaşır, gösterdiği hedefler ufuk çizgimizi aydınlatır ve hayat boyu sergiledikleri hâl, hareket, düşünce ve davranışlarıyla yeni nesillere rehber olurlar ve istikamet tâyin ederler. Bu güzel insanlar; beşeriyet için beslediği hayâllerle, inanç değerleri adına ortaya koyduğu ideâllerle, milletin istiklâl ve istikbâline yönelik yüreklerinde büyüttükleri ülkülerle, yaptıkları icraatlarla, yetiştirdikleri insanlarla, savundukları dâvâ, meftûn oldukları sevdâ, tâkip ettikleri metot, yaptıkları hizmet ve eriştikleri mertebelerle hiç ölmezler, Yunus Emre’nin ifâdesiyle “Her dem yeniden doğarlar.” Onlar; fikirleri, kişilikleri, mefkûreleri ve eserleriyle yaşamaya devam ederler ve yalnızca maddeten aramızdan ayrılırlar. Bizim inanç değerlerimize göre bu güzel insanlar; hayatlarını Hakk’a göre tanzim eden, ölçülerini Rabbimizin emirlerine göre belirleyen, Kâinatın Solmayan Gülü’nün “İz”inden yürüyen, her bakımdan Allah Resûlü(s.a.v.)’nü örnek alan ve “dîn ü devlet, mülk ü millet” için hayatını ortaya koyan âbide şahsiyetlerdir.
Bu âbide şahsiyetlerden bâzıları yaşarken milletin teveccühüne mazhar olur; ancak bâzılarının da yaşıyorken fark edilmeyen değeri; yokluğu hissedilince, -tıpkı ‘sağlığın, vatanın ve devletin’ varlığında anlaşıl/a/mayan kıymetinin elden gittikten sonra ne büyük önem arz ettiğinin bilinmesi gibi- varlığına ihtiyaç duyulduğu zaman anlaşılır, kadr ü kıymeti ancak yokluğunda tam olarak idrâk edilir.
İşte; ardından silinmez izler bırakan, değeri yaşıyorken tam olarak anlaşıl/a/mayan, hayattayken kıymeti hakkıyla takdir edil/e/meyen, “kadri, seng-i musallâ”da2 bilin/ebil/en, her geçen gün varlığına daha çok ihtiyaç duyulan, rahmetle anılan, hasretle aranan, hayırla yâd edilen ve “Keşke şimdi o hayatta olsaydı, her şey bambaşka olurdu!” denilen bir güzel insan; on dört yıl önce, 25 Mart 2009 tarihinde Hakk’a vuslat için şehâdet şerbetini içerek Âlem-i Cemâl’e yürümüştü.
Bir ömürlük hayat kasîdesinin her beyitini; Kıble yürekli, “Gül” gönüllü, Hilâl bakışlı, Hz. Hamza duruşlu, Kürşad tavırlı ve Tûran düşünceli bir ülkü devi olarak ve kâl ile hâlini tevhîd ederek defter-i âmâline yazan bu güzel insanın kim olduğunu, eskilerin tâbiriyle; “efrâdını câmî, ağyârını mânî” bir biçimde ve özellikle de genç alperenlerin öğrenmesi ve örnek alması için tafsilatlı olarak anlatalım:
O; Mekke’de doğan, Medîne’de devlet hâline gelen, risâlet ve nübüvvetin nûruyla insanlığı îman çağına eriştiren, inşâ ettiği eşsiz medeniyetle gönülleri fethederek; cehâletin girdabında debelenen beşeriyeti medeniyetin zirvelerine çıkaran yüce İslâm Dîni’yle; Türkistan’da tarih sahnesine çıkan, İslâm’la şereflenip Muhammedî sevdâlarla buluşan, “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi”ni “cihad” ruhuyla taçlandıran, Kur’ân aşkıyla çağlayıp coşan, “ruh kökü” üzerinde kıyâm ederek aslî kimliğine kavuşan, bin yıldır İslâm’ın sancaktarlığını yapan aziz Türk milletinin kader çizgisinin kesiştiği noktalardan feyz ü ilhâm alan ve “Bir kar tânesi olsaydım Mekke’ye düşmek isterdim”3 diyen bir inanç, îman, fikir, ülkü ve aksiyon adamıydı.
O; İslâm’ın topyekûn bir hayat nizâmı olarak kabul edilmesi ve her hâlimizin Hakk’a tâbî olması gerektiğini mükerreren ifâde eden; İslâm’ı hayatımıza göre değil, hayatımızı İslâm’a göre tanzîm ve târif etme mecbûriyet ve mükellefiyetimizi her zaman ve her zeminde açıkça belirten; “İslâm’ı kurtarma” yanlışlığına düşmeden, ‘İslâm’la kurtulma’ şuuruyla hareket edilmesi gerektiğini ısrarla vurgulayan ve “Millî Mutabakat Çağrısı”nda; “Allah’ın birliği ve yüce Peygamberimizin risâleti dışında hiçbir Mutlak Hakikat tanımıyoruz”4 diyen velî bir alperendi.
O, “Ölçü İslâm Olmalı” adlı bir yazısında; “Fikirde, fiilde, davranış ve yaşama tarzında ölçü eksiksiz olarak İslâm olmalıdır. İslâm, hayatın her safhasında ‘mutlak belirleyici’ rolünü almalı ve istikamet tâyin edici bir ibre olma vasfını kazanmalıdır.”5 diyerek çok net bir ölçü ortaya koyan, “İslâm’ı kimi çöle sıkıştırmak, kimi de çağa göre değiştirmek istiyor; hâlbuki İslâm bütün çağlara hitap etmektedir.” anlayışına sâhip olup, hiçbir zaman Kur’ân ve Sünnet çizgisinden ayrılmayan, Rızâ-i Bârî yolunda taşlı dikenli yolları, işkenceli hücreli zindanları, karlı fırtınalı dağları cana minnet bilen, “Fert ve cemiyet olarak gâyemiz İ’lâ-yı Kelîmetullah için Nizâm-ı Âlem Ülküsü, hedefimiz Allah’ın rızâsına ulaşmaktır.”6 diyen, bu yolda mücâdele ederken şehâdet şerbetini içen ve “Bir dâvâya inanmak, bedelini ödemeye baştan hazır olmaktır.” anlayışını hayatıyla ortaya koyan ülkücü gençliğin efsânevî lideriydi.
O; Allah(c.c.)’a ve Resûlullah(s.a.v.)’a bütün kalbiyle bağlanan, yüreğinde dağ gibi bir îmân taşıyan, “üsve-i hasene”7 olan Fahr-i Kâinat Efendimiz(s.a.v.)’in Sünnet-i Seniyyelerini sertâç edip, “alâ huluku’l-azîm”8 olan Muhâmmedî ahlâkın nâmütenâhî güzelliklerini hâl ve hareketlerine yansıtan; gönlünde ismet ve iffeti yaşatan, rûhunu izzet ve saffetle kuşatan, kalbini ülfet ve muhabbetle ışıtan, önce “adam gibi bir adam”, sonra da “bir dâvâ adamı” ve “bir gönül eri” olan; inandığı gibi yaşayan ve “Bir gayeye ulaşmak isteyen insan, gâyesine uygun hareket etmek mecburiyetindedir.”, “Dâvâ adamı, karşı olduğu düzen içinde, getirmek istediği nizâmın ölçülerini yaşayan, düzene karşı olmanın getireceği rizikoları göze alan, bu sebeple zulme uğrayacağını bilerek çileye hazır olan insandır.”9 diyen ve inanç değerleri için ölümüne mücâdele ederken ideâllerinden aslâ tâviz vermeyen, zinhâr bedel ödemekten çekinmeyen -kelimenin kâmil mânâsıyla- tam bir serdengeçtiydi.
O; “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol”10mak için âhiret merkezli bir hayat yaşayan, ölümü hayâtın merkezine koyan; aklın ışığının fen, kalbin nûrunun din ilimleri olduğunu bilen, fakat bütün idrâkini beş duyunun sınırları içine hapsetmeyen, madde ile mânânın, ilim ile îmânın, akıl ile kalbin, kalem ile kılıcın, alın teriyle duânın terkibinin yapılması ve küllî bir tefekkür şuuru oluşturulması gerektiğine inanan; tefekkürün îmânı, îmânın teslîmiyeti, teslîmiyetin tevekkülü, tevekkülün de “Hasbün Allâhu ve ni’mel vekil”11 diyerek her işte Allah(c.c.)’ı vekil tutma şuurunu zihnine ve gönlüne nakşeden, Rabbimizin rızâsına ermek maksadıyla, Ehl-i Beyt sevgisini Ehl-i Sünnet anlayışıyla tebellür ettiren 21. asrın çağdaş bir “Yesi Güvercini”ydi.12
O; “Allah, vatan ve bayrak” için bir ömür adayan; “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.”13 hadîsini her zaman ve her şartta hayatına uygulayan, olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan ve hiçbir zaman çizgisinde kırıklık olmayan; “Düz yaşayacağız, düz duracağız, düz yürüyeceğiz, dik duracağız, doğru gideceğiz.”14 diyerek “Sırât-ı mustakîm”in Türkçe târifini ortaya koyan; vezinsiz bir dünyada yaşayan, fakat hayatın “Gül” kokulu kâfiyesi olmak isteyen, hem başı dik dağın, hem de boynu bükük menekşenin hâlet-i rûhiyesiyle temâyüz eden muttakî bir mü’mindi.
O; varlık sebebimiz ve hayat gâyemiz olan Müslümanlığımızla, hayatın gerçeği olan Türklüğümüzü dînî, millî ve ilmî bir çerçevede mezceden; “Türk’ün ruh köküne bağlı”15 olan; “Bir elinde Kur’ân, bir elinde bilgisayar bulunan” ve Üstad Necip Fâzıl tarafından; “Dışı pırıl pırıl Türk, içi alev alev İslâm; içi dışına hâkim, dışı içine köle”16 diye vasfedilen ülkücü alperenlerin yetişmesi için durup dinlenmeden gayret gösteren; secde-i Rahman’da iki büklüm olurken; söz konusu “mukaddesât, millet ve hürriyet” olunca vakar ve asâletine yakışır bir “Elif” kıyâmıyla kükreyerek; “Kan dökmeyi seven bir millet değiliz; ancak söz konusu vatan ise dünyanın şah damarını keseriz!”17 diye gök kubbeyi inleten ve “Türk, ata bindiğinde Alparslan’dır, Yavuz’dur; attan indiğinde ise Mevlânâ’dır, Yunus’tur.”18 gerçeğini devamlı dile getiren gani gönüllü ve “kırk çatal yürekli”19 gerçek bir mücâhitti.
O; “Türklük bedenimiz, İslâmiyet ruhumuzdur, ruhsuz beden cesettir.”20diye özetlenen, “metbûluğu rûha, tâbîliği bedene veren” bu sebeple de; “İslâm hassâsiyeti olmayan milliyetçiliğin içi boştur.” diyen, milliyetçiliğe göre İslâm’ı değil, İslâm’a göre milliyetçiliği tarif eden; “..Mü’minler ancak kardeştirler..”21 âyet-i kerîmesine, “Hubbü’l vatân mine’l-îman”22*, “Kişi kavmini sevmekle kınanamaz”23 temel kâidesine ve “Ne Arap’ın Aceme, ne beyazın siyaha üstünlüğünün bulunmadığı, üstünlüğün yalnız takvâda olduğu”24 Nebevî ölçülerine, yâni sınırlarını Kur’ân ve Sünnet’in çizdiği İslâm parantezindeki milliyetçilik anlayışına bağlı olan ve birilerinin kulağının iyice duyması için de; “Biz Türk’üm demenin potansiyel suç, Müslümanım demenin nostalji sayıldığı bu dünyada; inadına Türk, inadına Müslümanız!”25 diye haykıran Türk’ün yürek sesi, Türk Dünyası’nın beşik kertmesi ve ideâlizmin son efsânesiydi.
O; “milletin vicdanı”26 diye târif ettiği milliyetçiliği; ideolojik bir şablon değil, kültür vasatında şekillenen sosyolojik bir gerçek, ümmet içindeki milletlerin bayrak yarışı, medeniyet iddiasıyla şekillenen âlemşümul bir düşünce sistemi; inanç, kültür ve tarih temelli bir mensubiyet şuuru olarak gören; “Bizim milliyetçiliğimiz ete, kemiğe, kana veya ırka değil, kültüre dayanır. Bizim milliyetçiliğimiz ayırıcı değil birleştirici, çatışmacı değil barıştırıcıdır.”, “Bizim milliyetçilik anlayışımızın, Batı’da örneklerini gördüğümüz biyolojik ırkçılıkla hiçbir ilgisi yoktur.”27 diyen, milliyetçiliği; “Bir milletin başka milletlerden farklı olan kültür, inanç ve medeniyet özelliklerinin korunması, geliştirilmesi ve bağımsız yaşama irâdesidir. Millî bağımsızlık yoksa milliyetçilik de yoktur.”28 diye ifâde eden; “Biz; üniter devletten, Ay Yıldızlı bayrağımızdan, resmî dilimiz Türkçeden tâviz vermeyiz.”29 temel ilkesini yüksek sesle dile getiren ve “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar güçlü, kaynaşmış ve birleşmiş bir Türk Dünyası ve Türk-İslâm birliği hayâl ediyorum”30 diye bütün cihana seslenen Tûran düşünceli bir ülkü deviydi.
O; “Türk-İslâm Ülküsü”nü31 fikriyâtımızın anayasası olarak gören, Türk olmayı İslâm’a hizmetle anlamlı kılan; nefrete, şiddete ve zulmete istinat etmezken; muhabbete, hürmete ve uhuvvete dayanan milliyetçiliği; tarih şuuruyla, millî kültür anlayışıyla ve ilmî bir bakış açısıyla değerlendiren; mübârek ecdâdımız Osmanlı’nın muazzez mirâsına sahip çıkmamızın şartın ötesinde bir mecbûriyet olduğunu ve “Sancağın düştüğü yerden ayağa kaldırılması”, “Yitiğin kaybedildiği yerde aranması”, “Tevhîd Sancağı’nın Anadolu’da yeniden kıyama durdurulması” gerektiğini bütün konuşmalarında dile getiren ve tepeden tırnağa samimiyet kokan “Gardaş!..” hitâbının ardından gelen sımsıcak bir bakışla gözlerinin içi gülen bir Osmanlı çelebisiydi.
O; ülkücülüğün siyâsî bir hareket olmanın çok ötesinde ahlâkî bir duruş, ideâlist bir tavır,........
© Enpolitik
visit website