Halk devriminin türküsü
Evvela, Gülen örgütü tarzı yapılanmaların laisist cumhuriyetin eseri olduğunu kabul edelim. Fransız tarzı sekter laikliği taklit eden Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının hemen ardından, sivil dinî kurumların tümü kapatıldı.
Demokrat Parti’nin iktidarına kadar, halkın çocuklarına dinî eğitim vermesi pek mümkün değildi. Devletin koyduğu yasak ve cezalandırmalar nedeniyle halk, din ve dinî öğretim çalışmalarını gizlilik içinde sürdürmüştür. İşte Gülen yapılanması, böylesi bir ortamın ürünü olarak ortaya çıktı ve bu tarihsel arka plana atıflar yaparak halk içinde yayıldı.
Gülen yapılanması, 1970'lerden itibaren gerçek inançlarını gizleyerek başta TSK, emniyet teşkilatı, MİT ve yargı organları olmak üzere neredeyse tüm kamu kurum ve kuruluşlarında; siyasi partiler, sendikalar, vakıf ve dernekler ile ticari kuruluşlar gibi sivil organizasyonlarda örgütlendi veya sızdı. Bu yapı, açık kimlikliler ile ‘mahremler’ şeklinde örgütlenmişti. Bir yandan açık kimlikler bir yandan mahrem üyelerle sadece Türkiye’de değil, faaliyette oldukları diğer ülkelerin de ilgili kurumlarına ulaşabilen yaygın bir örgüt hâline geldi.
AK Parti, 2002’de iktidara geldiğinde, Gülenciler Türkiye’nin en stratejik kurumlarında zaten hâkim konumda idi. Medyada da hakeza öyle.
HEP KARŞITLARDI
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, başından beri Gülen yapılanmasıyla yıldızının barışık olmadığı bilinen bir gerçek.
Hatta darbe girişiminden iki ay sonra bir Alman televizyonuna röportaj veren Gülen, şu ifadelerle durumu ayan ediyor: “Bir kere, onunla (Erdoğan) çok sıkı münasebetlerim olduğu söylenemez. Hayatımda bir kere, zannedersem belediye başkanıydı. O, bana ziyarete geldi ben de ona ziyarete geldim. İkinci görüşme, parti kurmak istediği zaman yanıma geldi. Bana fikirlerimi sordu. Ben de bana fikrimi soran hasmım da olsa can alıcı düşmanım da olsa düşüncelerimi ifade ettim. ‘Erbakan'dan ayrılmak istiyorum.’ dedi. ‘Hocayla vuruşmadan bu işi yapın.’ dedim. Askerle iyi geçinmesini söyledim. Benimle görüşmeye geldiğinde, asansörle aşağıya inerken yanındaki arkadaşa diyor ki ‘Evvela bunların hakkından gelmek lazım.’ Yani alternatife tahammülsüzlüğü, ta o zaman ifade ediyor.”
Peki, ne oldu da AK Parti bu yapıyla bir süre beraber yol yürüdü? Daha doğrusu, yol yürümek zorunda kaldı?
AK PARTİ’YE KAPATMA DAVASI
Sürece baktığımızda, AK Parti’nin buna zorlandığı görülüyor. AK Parti, 14 Ağustos 2002’de kuruldu. Dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu ise 21 Ağustos’ta Anayasa Mahkemesi’ne müracaat ederek Erdoğan’ın milletvekili seçilme yeterliliğine sahip olmadığını (12 Aralık 1997'de Siirt'te okuduğu 'Asker duası' şiiri nedeniyle bir yıl hapis ve 860 bin lira ağır para cezası almıştı.), kurucu üye ve genel başkan olamayacağını belirterek AK Parti’ye ihtar verilmesini talep etti.
Yüksek Mahkeme, ihtar kararını yerine getirmesi için AK Parti’ye altı ay süre verdi. Ancak Sabih Kanadoğlu, ihtar süresini beklemedi ve 23 Ekim 2002 tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne kapatma davası açtı. Türkiye, 3 Kasım 2002’de genel seçimlere gitti ve AK Parti ilk seçimde yüzde 34,29 oyla tek başına iktidar oldu. Bu kapatma davası da 9 Temmuz........
© Diriliş Postası
visit website