Cihan hokkabazlarının hokkasından size biraz bal
Anna Karenina şu cümleyle başlıyor:
“Mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğuysa kendine özgüdür.”
Yazı için Tolstoy’un bu sözünü tersine çevirmek gerek:
Kötü yazılar birbirine benzer, her güzel yazının güzelliğiyse kendine özgüdür.
Bu köşede birçok kötü yazı örneği verdim, neden kötü olduklarını göstermeye çalıştım, kimileri için bazı iyileştirme yolları da önerdim. Bu kötülükler/çirkinlikler birkaç öbekte toplanabilir:
Özensizlikle, yaptımolduculukla, bilgisizlikle, görgüsüzlükle, güzelle çirkini ayırmayı bilmemekle, vurdumduymazlıkla … açıklanabilir bunlar.
Yazı ustalarının söylediği, kendi tecrübelerimden de bildiğim bir gerçek var: Kötü bir yazının neden kötü olduğunu göstermek kolay, iyi bir yazının neden iyi olduğunu göstermek zordur.
İşte o kolay işi ben de burada yazdığım 83 yazıda iyi kötü yaptım, yukarda da temel bozuklukları sıraladım hatta (atladığım varsa, ekleriz olur biter).
İyi, güzel yazıların neden güzel olduğunu göstermek zor, çünkü güzellikleri kendilerine has, birbirlerine hiç benzemiyorlar. Elimin altındaki kitaplardan birkaç örnekle sizi başbaşa bırakıyorum:
Hep beyazı söyledi Ziya Osman Saba.
Hiç terlemedi şiirinde.
Daha doğrusu yalnız alnı terledi. O da utangaçlığından belki. Alnını silmek için beyaz bir mendil taşıdı elinde.
Şiiri küçük dayının şiiridir. Günün birinde trafik kazasına kurban gidecek bir dayının.
Vazgeçişten serinlikler çıkardı. Yetinmeyi bir mutluluğa dönüştürmek istedi. Sofanın şairidir.
Sonra da öldü.
Şimdi cesedi bozulmamış duruyor. Alnında o mendil.
1896 yılında ozan Adana’lı Ziya’nın ölüm haberi Afyon’dan İstanbul’a konunca, başta Müstecabizade İsmet olmak üzere, birçok ozanlar, incelik gökyüzünün ışığını yitirmiş olmasına eyvahı basar.
Ne var, ozanın ölümü bir söylentiden başka bir şey değildir. Adana’lı, bu yersiz yakıştırmadan sonra daha 36 yıl yaşayacak, boğazından aşağı kâselerle rakı ve şarap akıtacaktır.
Adana’lı, eskilerin deyişiyle, şârib-ül leyli ve-n-nehar‘dır. Gece gündüz içki üstüne iş tutar. Ayakta duramıyacak kadar kafası kirişlendi de sokaklara düştü mü, mahalle çocukları ardına takılır. Paralarını kundurasının içine sakladığını bildiklerinden de yere düşürüp onları aşırırlar.
Ozan, İstanbul sokaklarında da sık sık don – gömlek kalmıştır. Onun meyhanede Gök-kandil çıktığını gören bıçkınlar, üstünde ne var ne yoksa alıp kaçarlar. Nedir, XIX. yüzyıl ozanlarının çoğu harabatidir. Çarmakçur edip yıkılacak yer aramayı hüner bellerler.
Güzel Sirse bir adada otururmuş, ne ada ne ada. Sirse’nin bir sarayı varmış mermerden, ne saray ne saray. Sirse gergef işler, şarkı söylermiş. Nağmeler uçarmış pencerelerden kelebekler gibi. Sirse’nin bekçisi canavarlarmış, munis, uysal, dost canavarlar. Adaya ayak basanlar kumsala akseden sesiyle büyülenirmiş Sirse’nin. Sonra sevimli canavarların kılavuzluk ettiği yoldan saraya varırlarmış. Muhteşem bir sofra beklermiş onları. Ve sofradan çok daha muhteşem bir kadın: Sirse. Altın kaselerden içilen şarap aklını başından alırmış insanın. Hatıralar unutulurmuş bir bir. Sirse hem vatan olurmuş, hem sevgili. Ama birden sehhar Sirse sopayla dokunurmuş........
© Diken
