menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

“Krizin Gölgesinde En Uzun Beş Yıl”: Yapısalcı-Marksist Bir Analizin Düşündürdükleri

15 1
yesterday

“Minerva’nın Baykuşu yalnız alacakaranlıkta uçar”. Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin önsözüne yazdığı bu cümle, malum, olayların olup bittikten, süreçlerin tamamen kapandıktan sonra ancak düşüncenin konusu olabileceklerini anlatır. Savaş meydanında cesetler yığılmış, o korkunç can pazarı olup bitmiş, artık yalnızca o kanat sesinin duyulduğu mutlak bir sessizlik hüküm sürmektedir. Oysa bir süreci henüz içinden geçiyorken, bütün o hengâmesi içinde kavramaya çalışmak gerçekten zordur. Dönemselleştirebilmek, belirli bir prosese, yani yapısallık arz eden bir olaylar dizisine/döngüsüne işaret edebilmek için, başlangıç noktası belki (?) kolayca işaretlenebiliyor olsa dahi, farazi bir bitiş noktası tesis etmeniz gerekir öncelikle. Dahası, bir süreci henüz içindeyken kavrama teşebbüsü hemen her zaman politik saiklerden beslendiği için, politik dertlerin kulaklara fısıldadığı teleolojinin ayartısına kapılmamak, belirli sonuçlara uygun nedenler atfetme hatasına düşmemek gerekir. Velhasıl, bir süreci henüz sürerken analitik olarak kapatmak ve bunu politik saiklerle yapmak ciddi bir risktir.

Ümit Akçay, Krizin Gölgesinde En Uzun Beş Yıl adlı çalışmasında, tüm bu riskleri göze aldığını daha önsözde belirtiyor. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne (CHS) geçiş, süreç analizi (yazarın deyişiyle, “konjonktür analizi”) için iyi bir başlangıç noktası görülmüş, 2023 genel seçimleri de hipotetik olarak bitiş noktası addedilmiş. Akçay, bunun gerçekten bir bitiş olmadığının farkında pek tabii, fakat 2018 döviz krizine odaklı başlayan bir çalışmanın konjonktürel bir analize evrilmesi, alınan risklere paralel güçlenen iddiayı da gayet net bir şekilde gösteriyor. Çalışma, iktisatçılar arasında epey bir ilgiyle karşılandı, iktisadî karar alma süreç ve mekanizmalarının nasıl işlediğine ilişkin bu önemli tartışma daha da sürer gibi görünüyor. Ben burada, bu tartışmaya katılmaktan ziyade, çalışmanın inşa ettiği teorik/analitik çerçeveye ve bunun olası empirik sonuçlarına ilişkin yöntemsel bir tartışma açmaya çalışacağım. Fakat yine de, liberal siyaset ve iktisat doksazoflarından yayılan “döviz kurunun piyasada belirlenmesi gerektiği”, “iktidar partisinin Chavezci politikalar güttüğü”, “Türkiye ekonomisinin deneme tahtasına çevrildiği”, “heterodoks arayışlardan, ‘nas’ politikalarından vazgeçilerek rasyonel zemine dönmek gerektiği” ve giderek halk düşmanlığına varan “emeklilik sisteminin çöktüğü, emeklilerin (ve zımnen, yaşlıların) ekonomik sisteme yük olduğu”, “ücret artışlarının gerçekleşen değil beklenen enflasyona göre belirlenmesi gerektiği” gibi doksik safsataların ve bu doksaların taşıyıcısı profesyonel sınıf fraksiyonunun saklı (yoksa açık mı demeli?) iktidar arzusundan beslenen “liyakatsizlik”, “beceriksizlik” tespit/söylemlerinin karşısında, Akçay’ın çok daha nitelikli ve çok daha derinlikli bir sosyal bilim çerçevesi sunduğunu söylemeden geçemeyeceğim.

Bu kısa kritikte, Akçay’ın teorik çerçevesini ana hatlarıyla ele alacak, bunu yaparken de kanımca aslî ve tâlî olan belli başlı eleştiri noktalarını belirlemeye çalışacağım. Tâlî eleştiri noktalarına metin içerisinde sadece değinecek, aslî gördüğüm eleştiriyi ise yazının sonunda dile getireceğim.

Akçay’ın teorik çerçevesi, genel anlamıyla ilgili literatürle ilgilenenlerin aşina olabileceği bir kuruluma sahip. Klasik Marksizm’in ekonominin belirleyiciliği temelinde geliştirdiği klasik çerçevenin indirgemeci (devlet söz konusu olduğunda, “araçsalcı”) ve durağan / mekanik olduğu eleştirisinin dayanılmaz gücü ve basıncı karşısında bazı Marksistler, Louis Althusser’in “görece özerklik” tezlerinden ve Nicos Poulantzas’ın “kapitalist devlet” analizlerinden mülhem, ontolojik bakımdan kapitalizmi hâlâ total bir olgu olarak görmeye devam etmekle birlikte analitik bakımdan soyutlama düzeyleri formüle ettiler. Böylelikle hem Marx’ın eserlerinde görünüşteki çelişkilerin (bir eserinde iki sınıf varlığından söz eden Marx, neden başka bir eserinde on iki sınıftan bahseder, türünden görünüşteki çelişkiler) yeni bir okumasının anahtarını geliştirmiş hem de somut kapitalist toplumdaki dönemsel gelişmeleri üretim tarzı düzleminde (ki soyutlama düzeyleri çerçevesinin en soyutuna tekabül eder) tartışmaktan kendilerini kurtarmış oldular. Bunun hatırı sayılır bir manevra alanı yarattığı aşikâr olsa gerek. Zira böylelikle bir yandan Marksizm dairesi içerisinde kalmaya devam ederken diğer yandan kapitalist devletin ve onun konjonktürel bileşiminin gerçek (yani, gölge değil) özerk güçlerini analizlerine dâhil edebilir hale geldiler: Kapitalist devletin kimi konjonktürlerde kapitalist sınıfın (ya da kimi kapitalist sınıf fraksiyonlarının) çıkarlarının aleyhine davranabileceğini, zira bir sistem olarak kapitalizmin çıkarları ile bir sınıf oluşumu olarak kapitalist sınıfın çıkarlarının her zaman örtüşmeyebileceğini dile getiren bir çerçeve bu manevra alanına ve dinamizme imkân sağlıyordu.

Bu teorik açılımın sahipleri, elbette ve doğaldır ki başka kimi Marksistler tarafından Marksizm’den uzaklaşmakla (“sömürü”nün yerine “tahakküm”ü geçirmekle, iki temel sınıfa dayalı antagonistik sınıf analizinin yerine çıkar gruplarına dayalı agonistik bir çerçeveyi ikame etmekle vs) itham edildiler. Webercilik ithamına (ah, ne büyük günâh!) uğrayanlar dahi oldu. Bu türden bir ithamın bir örneğine (Simon Clarke’ın “fraksiyoner analizin, liberal ‘çıkar grupları’ teorisine yaklaşmakta olduğu” eleştirisine) Akçay da yer veriyor (s. 45-46). Akçay, bu ithamı, sınıf fraksiyonları analizini kapitalist devlet kavramsallaştırmasının bir parçası olarak ele aldığını (yani, yukarıda sözünü ettiğim revizyondan geçirilmiş yapısalcı Marksizm çerçevesi içerisinde konuştuğunu) söyleyerek savuşturduğunu düşünüyor. Temel eleştiri noktamı teşkil etmediğinden burada sadece bir şerh koymakla yetineceğim: Kapitalist sınıf fraksiyonları arasındaki çekişmenin kapitalist devletle ilişkisi tartışması pekâlâ yapısal Weberci diyebileceğimiz bir yerden de yürütülebilir ve hatta blok analizi daha da dinamik bir alan analizi şeklinde buraya dâhil edilebilirdi (Charles Tilly’nin, Michael Mann’in, Pierre Bourdieu’nün yaptıkları kısmen buna benzer şeyler değil midir?). Kitaptaki analiz, içeriğinden anlamlı bir parçasını kaybetmeden, Marksist olmayan bir biçimde de formüle edilebilirdi, demek istiyorum.

Akçay’ın oluşturduğu teorik zincire yakından bakalım: Akçay, uluslararası literatürde kendisini içine yerleştirdiği “eleştirel siyasal iktisat yaklaşımı”nı (ki Poulantzasçı bir devlet teorisini iktisadî “büyüme modelleri” analizine temel kılma amacındadır) ulusal literatürde varsaydığı Webercilik-Marksizm kamplaşmasında Marksizm’in yanına konumlandırarak başlıyor. Akçay’a göre Türkiye’de devlet ve sermaye ilişkisini kavramaya yönelik temelde bu iki çerçeve geliştirilmiştir. Uluslararası literatür tartışmasında kendisini gösteren çeşitlenmenin ulusal literatürde hızla daralmaya girmesi, temel argümanı öne çıkarma ve onu farklı düzeylerdeki okur grupları için anlaşılır kılma amacıyla yapıldığı aşikâr olsa da, hazin. Zira “güçlü devlet tezi” başlığı altında tasnif edilen bir “Webercilik” hem Türkiye siyaset ve iktisat tarihine ilişkin alternatif Weber okumalarından geliştirilmiş olanlar da dâhil başka türden okumaları kategorik olarak dışlıyor hem de işaret edilen muarızlar özelinde dahi straw man hatasına düşüldüğü izlenimi uyandırıyor. Her halükarda, belirgin entelektüel çıkarlarla tahkim edilen bu muhayyel Webercilik-Marksizm karşıtlığının belirli bir konfor alanı yarattığı muhakkak. Elbette Akçay’ın çalışması, belirli bir yatkınlık bariz ise de asla sadece buraya sıkıştırılamaz, bilakis, bu konfora kapılmak şöyle dursun harcadığı ince entelektüel işçilikle bunun ötesine geçtiğinin altını çizmek isterim.

Kendini Marksist devlet kuramlarına “daha yakın” konumlandıran Akçay, mezkûr revizyondan geçirilmiş yapısalcı-Marksist çerçeve içerisinden konuşuyor ve klasik Marksizm’in durağan ve araçsalcı devlet anlayışının karşısına “tarihsel dinamikleri, bizzat kapitalist devletin farklı konjonktürlerde aldığı farklı biçimleri ve sınıflar-arası ve sınıf-içi mücadelelerin ekonomi politikalarına etkilerini” (s. 28) hesaba katan ve böylelikle “kapitalist devlette siyasetin ve bürokrasinin rollerini tanımlama[yı], gerek farklı tarihsel konjonktürlerde ortaya çıkan belirli birikim / büyüme modellerini, gerekse bu birikim modelleri içinde siyasetin ve devletin rolünü ortaya çıkarma[yı]” (a. y.) amaçlayan, “dinamik” bir yaklaşımı koyuyor. Temel analiz aracı olarak sunduğu kavramsal öneri, Poulantzas’tan esinle formüle ettiği “iktidar bloku” kavramı. İktidar bloku, “askeri ve sivil devlet bürokrasisi, siyasi partiler ve hükümet ile farklı sermaye fraksiyonlarından” (a. y.) oluşmakta. Burada bir antrparantez açarsam: Akçay, bu kavramsallaştırmasının, soyutlama düzeyleri açısından “orta düzeyde” yer aldığını belirtiyor. İmdi, revizyondan geçmiş Marksist formülasyonda soyutlama düzeyleri “üretim tarzı”, “toplumsal formasyon” ve “konjonktür” olarak ayrıştırılır. Marksist sınıf tartışmalarında kendini gösteren ihtilâfların hatırı sayılır bir kısmı, örneğin, ele alınan konunun hangi soyutlama düzeyinde incelenmesi gerektiğine dair ihtilâflardan kaynaklanır. Erik Olin Wright buna konumuzla ilintili güzel bir örnek verir: “Örneğin; Poulantzas gibi bazı teorisyenler, devlet biçimi ile sosyal sınıflar arasındaki ilişkinin üretim tarzı soyutlama düzeyinde analiz edilebileceğini öne sürerler ki bu anlayış Poulantzas’ı, genel bir ‘kapitalist devlet’ kavramı inşa etme çabasına yöneltir. Theda Skocpol gibi başka teorisyenler ise, devleti bu soyutlama düzeyinde teorileştirmenin meşru olamayacağını öne sürerek, devletler ile sınıflar........

© Birikim


Get it on Google Play