Türkiye’de belediyeciliğin siyaseti ve sosyolojisi: Yerelden açılan kapı
2024 yerel seçimleri, Türkiye’de siyasetin ve sosyolojinin kesiştiği alanlarda belediyecilik deneyimlerini ve etkilerini yeniden düşünmeye önemli bir imkân sağladı. Yaklaşık son on yıllık belediyecilik tecrübesi, uzun bir aradan sonra, ‘demokrasi yerelden gelir’ sloganını saklı olduğu yerden çıkardı ve gündemin tam ortasına taşıdı. Şimdi gözler belediye yönetimlerinin her zamankinden daha fazla üzerinde olacak.
Modern bir kurum olarak belediyeler, ulusal siyasetin ihtiyacına uygun olarak 19. yüzyılda ortaya çıkmışlardı. Ulus devletleri tanımlayan en önemli özellik ise kuruluşlarındaki katı hiyerarşik yapılardı. Bu hiyerarşinin görünürlük kazandığı mekanlar kentler, belediyelerin kurulduğu yerlerdi. Devletlerin ulusal hizmetleri için hükümet konakları, dilini öğretmek üzere okulları, sağlık ve ulaşım kuruluşları, güvenlik için kışlaları, günlük düzeni sağlamak üzere polisi, yargısı vb. kentlerde konuşlanmıştı. Bayrağı orada dalgalanırdı, ekonomisinin merkezi orasıydı. Böylece kentler, büyük ölçüde “merkez” tarafından biçimlendirilmişti. Yani yerel bütün o modern süreç boyunca esas olarak merkezi politika ve pratiklerin köklü bir biçimde yerleşmesi için bir işlev üstlenmişti. “Yerel” bir yandan ‘yukarıdan üretilirken’ diğer yandan yukarıyı yani ulusu üretmişti.
Bununla birlikte belediyeler, küresel akışkanlıkların baskın olduğu 1980’li yıllardan bu yana çok önemli birimler haline gelmişlerdi. Böyle olmasına yol açan pek çok faktör vardı elbette. En başta ulusal sınırların esnemesi, devletler, şehirler ve topluluklar arasında hızlı temasların sağlanması yerelleri, küresel sermaye için tercih mekânlarına dönüştürdü. Diğer yandan ulus devletlerin kimliklere dair politikalarının bıraktığı tahrip edici mirasın üstesinden gelebilmek de yerel iktidarlara kaldı. Bu ve daha başka sebeplerle belediyeler, giderek ulusal devletlerden bile daha fazla ‘küresel ve işlevsel’ nitelikler kazandılar.
SON OSMANLI VE CUMHURİYET BELEDİYECİLİĞİ
Osmanlı’da Tanzimat’a kadar kamusal işler genelde vakıflar üzerinden yürütülmüş; Tanzimat’la birlikte modernleşme/merkezileşme çabaları yeni yönetim biçimini gerekli kılmıştı. İstanbul Şehremaneti’nin 1854’de kuruluşu ve yine merkez tarafından atanan 12 kişilik bir meclisin oluşması, bu gelişmenin sonucuydu. Bu kurul alt birim olarak mezar yerleri, gezi alanları ve hastane yapmak gibi görevleri olan Galata/Beyoğlu’nda 6. Daire-i Belediyeyi kurmuştu. 1869’da bunu kent ölçeğine yaymak için Dersaadet İdare-i Belediye kurulmuştu. 1877’de ise Vilayet ve Dersaadet İdare-i Belediye Kanunu çıkarılmış ve 20 belediye kurmak için, meclis üyelerinin seçimle belirlenmesi ve onların da kendi aralarında başkanlarını seçmeleri usulü getirilmişti. Bir yıl sonra 20 yerine 10 belediyeye karar verilmiş ama o da uygulanamamış ve nihayetinde 1910’da kanunda yapılan değişiklikle bu kez 9 belediye kurulmuş, yöneticileri de merkezden atanmıştı. Bu uygulama Osmanlı Devleti’nin yıkılışını da içine alarak 1930’a kadar yürürlükte kalmıştı.
Cumhuriyetin belediyeciliği bu mirası devralmakla birlikte ‘ulusun medeni şehrini’ yaratmaya odaklanmıştı. Bunun ilk adımı 1924’te çıkarılan 442 sayılı Köy Kanunu ile nüfusu 2000’i aşan yerlerde belediyeler kurmaktı. Ancak asıl yasal düzenleme 3 Nisan 1930 tarihinde çıkarılan 1580 sayılı Belediye Kanunuydu ki o da 53 yıl yürürlükte kaldı.
Cumhuriyetin belediyeleri ulusun şehrini yaratmak için merkezin yerelde ikamesini üstlenmiş görünüyorlardı. Mesela merkezi devletçilik ilkesine uygun olarak elektrik, su, hava gazı, kent içi ulaşım, haberleşme gibi temel hizmetler, yabancı sermayenin elindeki şirketlerden alınarak “belediyeleştirilmişti”. Belediyelerin bu tür hizmetleri, kendilerine bağlı şirketler aracılığıyla yönetebilmesi için 1939’da 3666 sayılı yasa çıkarılmış; İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, bunu “Celal Bayar hükümetinin kabul buyrulan programının icabı’ olarak nitelemişti. Celal Bayar’a atfedilen ‘hür teşebbüsçülük’ün........
© Birgün
visit website